okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün143
mod_vvisit_counterDün376
mod_vvisit_counterBu hafta519
mod_vvisit_counterBu ay8364
mod_vvisit_counterHepsi1835373

Kimler Sitede

Şu anda 6 ziyaretçi çevrimiçi

Gösterişli Bir "Şirk Kültürü" Olarak Postmodernizm

         

Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan modern paradigma kendisine iliş(tiril)en “post” önekiyle insanlık ailesini yeniden efsunlamayı murat ediyor olsa gerek… İlerlemeci tarih tasavvurundan ilham alan bu yeni yaklaşımın, tıpkı modern düşünme biçiminde olduğu gibi, vahiy bilgisine ve nübüvvet pratiğine karşı takındığı hasmane tutumun (ki bu tutum hakikatin üzerini örtmesi bakımından “küfr”; bilgiye-hayata-tarihe ve topluma parçacı yaklaşımından dolayı “şirk”; hikemi-irfani boyutlardan yoksun olmasından dolayı da “zulüm” içerir) deşifre edilmesi elzemdir. Seküler-pozitivist-ırkçı-kapitalist “epistemik cemaat”in kuşatması altındaki akademimizin/üniversitenin bu deşifreyi yapması zor görünüyor. İtikat zaviyesinden ele alınması (teşrih masasına yatırılması) gereken olguları sosyal bilimlerin (hassaten sosyolojinin) kavramlarıyla tartışmak, havanda su dövmekten farksız… Eksiksiz bir şekilde Judeo-Hıristiyan kodlar taşıyan modern sosyal bilim(ler)in ultra-ideolojik doğasından bihaber her türlü değerlendirmenin ziyadesiyle sorunlu olacağını bilmek gerekiyor. Bu bağlamda denebilir ki, sosyoloji disiplinine yaslanarak Müslüman bir toplumun dünü-bugünü ve yarını hakkında sahih bir perspektif sahibi olmak mümkün değildir. Binaenaleyh modernlikten post-modernliğe geçiş yapıldığına dair serdedilen kanaatlerin, eleştiriden muaf (!) iddiaların ve “efsunlu” argümanların sosyal bilimlere nüfuz etmiş “ilerlemeci” perspektifle ünsiyeti görmezden gelinemez. Ancak yerelde ortaya çıkmasına rağmen yumuşak ve sert sömürgecilik aracılığıyla küreselleş(tiril)en burjuva protestan kültüründeki bu yeni(!) içerik, öncekinden tam bağımsızlık olarak ta anlaşılmamalı. Çünkü post modernlik, modernliği referans alarak meşruiyetini tescilleme arzusundadır. Demek ki evvela bilinen tarihin seyri içerisinde modern paradigmanın yerini takdir ve tasdik etmemiz, yani insanlık ailesinin tarihsel yürüyüşünde modernitenin normal bir süreç olduğuna inanmamız, ardından ise bu normal(!) sürecin yine normal koşullar altında(!) post modernliğe evirildiğine ikna olmamız gerek… Bu durumda ilkelden medeniye doğru akan bir tarih tasavvurunun mahkumu olmaya razı olmuş olacağız. Bu mahkumiyetin insanlık ailesine maliyetini görmek için dünyanın son dört asrında olup bitenlere nazar etmek kafi… İlerlemeci tarih tasavvuruna ikna olmuş bir zihnin, peygamber(ler)e iman etmesi beklenmemeli…

 

Otokolonizasyon Projesi Olarak Kemalizm

Cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamaları büyük bir heyecan ve debdebe ile icra edilirken (hatta bu kutlamalar “Türkiye Yüzyılı” gibi oldukça görkemli-gösterişli bir mottonun eşliğinde bir tür kendinden geçme/kendisiyle büyülenme haline evirilmişken) Türkiye’nin hala yön/ istikamet sorunu yaşıyor olması (bu sorunun ne kadar farkında olduğu başka bir yazının konusudur) ciddi bir kafa karışıklığının belirtisi olarak okunabilir. Tanzimat Fermanı’nda tercihini açıkça Batı’dan yana yapmasına ve Cumhuriyetle bu tercihindeki kararlılığını kanıtlamasına rağmen Türkiye kim olduğu ve nereye ait olduğu hususunda berrak bir zihne sahip değildir. Yaklaşık iki asırlık modernleşme tecrübesinden elinde kalan, Batı’nın kötü bir kopyası olmaktan başka bir şey değil. Sömürgeci-ırkçı beyaz adamın bugününü kendi yarını yapmak için uğraşan ve buna da “muasır medeniyet seviyesine erişmek” diyen aydınlar-bürokratlar-politikacılar öncülüğünde buraya kadar… Sınai-teknik-endüstriyel inkişafı ilerlemenin yegane koşulu olarak kodlayan zihniyetin bu ülkeye kazandırabileceği tek şey makine/ler olabilir… Ve elbette makineleşmiş insanlar ve şehirler…

 

Türkiye'nin Göçmen Meselesi

GİRİŞ

“Arap Baharı” adıyla bilinen ve özellikle Orta Doğu’daki Müslüman ülkelerin otoriter rejimlerine karşı başlayan devrim sürecinin bir parçası olarak 2011’de çıkan Suriye İç Savaşı geride bıraktığımız 13 yılda hem Suriye hem de bölge adına müthiş bir istikrarsızlık doğurdu. Ortaya çıkan menfi tablodan en fazla etkilenen ülkelerin başında 4 milyona yaklaşan Suriyeli nüfusu kabul eden Türkiye geliyor. “Ensar-muhacir” söylemi ile başlayan göç sürecinin Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı ekonomik buhranlar sonrası “Suriyeli göçmen-sığınmacı-mülteci-kaçak” şeklinde bir söylem değişimine uğradığını hep birlikte müşahede ediyoruz. Bir tarafta iktidarın “Suriyeli kardeşlerimiz” vurgusu diğer tarafta faşizan grupların “işgalci Suriyeliler” yakıştırması duruyor.

 

Kültürel İktidar Nedir ? Ne Değildir ?

Gündelik hayatta karşımıza siyasi, iktisadi, bürokratik, askeri güce sahip olmak gibi farklı boyutlarıyla çıkar iktidar kavramı… Özellikle siyasal alanda belirleyici ve tayin edici olmanın lüzumuna/zaruretine dair güçlü bir retorik söz konusudur. Öyle ki bu alanda gücü/ iktidarı ele geçirmenin (demek ki elden ele geçen bir şeyden bahsediyoruz) bürokratik ve (özellikle de) iktisadi gücün tahkiminde hayati rol oynayacağına inanılır. Yakın siyasi tarihimize nazar ettiğimizde, bu zikrettiğimiz bağlama taalluk eden çok fazla örnekle karşılaşırız. Siyasi iktidarı elde etmenin sağlayacağı ayrıcalıklarla kültürel hayatın da kolaylıkla ikame edileceği varsayılmıştır. Toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edileceğine (şekil verile/bile/ceğine, istenilen kıvama getirile/bile/ceğine) inanan yaklaşımlardan esinlenir bu varsayım… Yıllara sari saltanat geleneğimizin (rai-reaya/çoban-sürü ilişkisine endeksli yönetim felsefesinin) etkisi görmezden gelinemez elbette bu yaklaşımın hala kabul görüyor olmasında… Ancak (yine yakın tarihimiz özelinde) yaşadığımız tecrübeler gösterdi ki, mesele sadece siyasal alanda etkili olmakla halledilemeyecek kadar girift… Halihazırda iktidarda bulunanların ( ki yirmi yılı aşkın süredir bu pozisyonlarını koruyorlar) kültür adına yapıp ettiklerine baktığımızda, bir yandan ciddi bir kafa karışıklığının (yani Türkiye’nin kim olduğu hususunda berrak bir zihne sahip olmamanın) diğer yandan ise lümpenleşmenin/amorflaşmanın (ki bu iki hal de kafa karışıklığından beslenir) izlerine rastlarız. Bayındırlık hizmetlerinde sergilenen yüksek performansın ( ki bu hizmetlerin de Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ve neo-liberal düzenin ikamesi için/adına olduğunda kuşku yoktur) kültürel alanda gösterilemediğini bizzat kendileri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Demek ki mesele sadece siyasi-iktisadi-bürokratik güce/imtiyaza sahip olmakla hal yoluna koyulamayacak kadar derin ve müşküldür.

 

Edilgenleştiren Post-Modern Sisteme Karşı Nübüvvetin Zaruriliği

İnsanı beşerden ne ayırır? Aralarında bir fark var mıdır? Şayet bir fark varsa o fark nedir? “Beşer”in kavram olarak, insanın biyolojik, metabolik yönüne işaret ettiğini söylersek; insan iradesiyle, itikadıyla(inancıyla), terbiyesi ile beşerden ayrılır. Kitab-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerin birçok noktasında insanın beşeri yönü vurgulanmıştır. Peki emaneti sırtlayan (AHZAB-72) insan bu dünyada neler yaparak insanlığını tescilleyebilir, ispat edebilir? Nelerden sakınarak iradesini çelikleştirmesi mümkündür? Hangi hayat şartları ve düşünce sistemi insanca yaşamayı mümkün kılar? Pekiyi insanca ve insanın fıtratına uygun yaşam hangi mücadeleleri göze almayı gerektirir?

 

İslami Hareket Dergisi (1-5 Sayılar): İslami Hareket Engellenemez

Türkiye’nin bugününü net bir şekilde çözümlemek için Osmanlı’nın özellikle son döneminde ortaya çıkan “kurtuluş” fikirlerini anlamak önemli olacaktır. Zira, zor durumda olan koca devletin kurtuluşu için çeşitli görüşler ve bu görüşleri destekleyen kişiler zuhur etmiştir. Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık ideolojileri devletin nasıl kurtulacağına ve sonraki süreçte neler yapması gerektiğine odaklanmışlardı. Her bir ideoloji kendi çerçevesinde fikri temellerini oluşturmuş, fikir adamlarını yetiştirmiştir. Nihayetinde verilen mücadele “İslam topraklarını koruma” mücadelesi olarak verilmiştir. Halifenin yani İslam’ın gücü kullanılmış, büyük devletler karşısında Osmanlı bakiyesinden bugün Türkiye olarak adlandırılan İslam beldesi kalmıştır. Hatay’ın daha sonra eklenmesiyle birlikte Misak-ı Milli sınırları büyük ölçüde elde edilmiştir.

 

Kemalizmin Kolonyalist Mahiyetiyle Yüzleşmek

Kemalist paradigmanın (ki faşizme yatkın ve hatta iç içedir) , muhafazakar demokrat kimliğin özel/hususi çabasıyla, Türkiye’nin çimentosu olarak yeniden öne çıkarıldığı bir vasatta, entelektüel yetkinlik ve celadet sahibi herkesin üstlenmesi gereken en mühim vazife, evvela Kemalizmin esin kaynağı olan aydınlanma aklını ( ki tepeden tırnağa judeo-hıristiyan kodlardan ilham alır) teşrih masasına yatırmak; saniyen bu aklın kimi zaman aleni/aşikar kimi zamansa örtülü/zımni olarak ortaklaştığı (işbirliği yaptığı) kolonyalist perspektifi deşifre etmektir. Bu deşifre işlemine ise eğitimden başlamak gerekir. Çünkü sadece Cumhuriyet Türkiye’sinde değil,aydınlanma aklını referans alan bütün halkı Müslüman ülkelerde eğitim, oldukça işlevsel bir endoktrinasyon(aşılama)aracıdır. Hiç bir ulus-devlet bu araç olmadan mevcudiyetini teminat altına alamaz. Çünkü ulus-devlet için toplumun homojenleştirilmesi ve denetimi/kontrolü” olmazsa olmazdır. Bunun için de en etkili araç eğitimdir.

 

Entelektüel Öfke Nerede ?

Emperyalist-siyonist ittifaka (ki bu ittifakı mümkün kılan teolojik zemine aşina olmak modern/post-modern paradigmanın karakteristik özelliğine vukufiyet kesbetmek anlamına gelir) karşı yaklaşık üç aydır müstesna bir direniş sergileyen Gazze,(bu direnişiyle) bir yandan burjuva Protestan kültür kodlarının barbarlığa müzahir doğasını deşifre ederek, insanlık ölçeğinde, bir duyarlılık hattı oluştururken, diğer yandan da aydınlanma ideolojisinin albenili ambalajlarla servis edilmesinde ve benimsenmesinde hayati rol oynayan “epistemik cemaatin” kibirli ve küstah yüzünü gözler önüne seriyor. Siyonizmin çıkarları söz konusu olduğunda küre ölçeğinde belirginleşen entelektüel dayanışma bir kez daha gösterdi ki, modern/post modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal hegemonyası/hiyerarşisi judeo-hıristiyan teoloji/sin/den bağımsız değil. Kudüs özelinde ayan beyan ortaya çıkan bu durumun özelde Müslüman toplumlara, genelde ise insanlık ailesinin bilincine, uyanıklık-duyarlılık kazandırması murat edilir. İnsanlık tarihinin en barbar en vahşi fiilleri en gelişmiş (!) uygarlıkların riyasetinde icra edilirken, insanın anlam arayışına rehberlik etmesi beklenen entelektüel havzalardan kayda değer bir öfkenin sadır olmaması (hatta zalimin yanında saf tutulması) utanç vericidir… Bilgiyi güç-tahakküm-kontrol-kar vesilesi olarak gören cari küresel sistem, öyle görünüyor ki, entelektüel bilinci de soykırıma uğratmış… Halklar nezdinde belirginleşen öfkenin entelektüeller arasında karşılık bulmaması müstekbirlere angaje bir gerçekliğin izlerini taşıyor. Bu bağlamda Gazze direnişi artık sadece siyonizme karşı verilen bir mücadele olmaktan çıkmıştır. Orası judeo-hıristiyan esinli modern/post-modern paradigmanın insan öğüten doğasından teberri edip “insan kalmayı tercih edenler” için bir mektep olmuştur. Bu mektep ilahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiğinden aldığı ilhamla techiz ettiği entelektüel çabayı, eylemle eşanlı yürüyen yüksek düzeyli bir bilinçlilik hali olarak tebarüz ettirmektedir.