okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün135
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2175
mod_vvisit_counterBu ay12406
mod_vvisit_counterHepsi1839415

Kimler Sitede

Şu anda 5 ziyaretçi çevrimiçi

Kozmopolit Kültürün Avrupa Ayağı: Endülüs

"Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara,

Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara

Tırmanır bir kayanın sırtına, etrafa bakar

Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar

Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür

Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür

Der ki:

"Çarpışmadın erkekler gibi düşmanlarla

Şimdi hiç yoksa otur kadınlar gibi ağla!"

Mehmet Akif Ersoy/Safahat

Endülüs, Müslümanların tarihinde sadece büyük bir gururun değil aynı zamanda tarifi imkansız bir hüznün de kaynağıdır. Gururun kaynağıdır. Çünkü Peygamber(s.a.v)’in vefatının üzerinden henüz yüzyıl bile geçmemişken, Hicaz topraklarından İber Yarımadası’na kadar olan yerlerde İslam/Müslümanlar öznedir. Adalet temelli müstesna ferdiyet(şahsiyet) manifestosunun sonucudur bu özne olma hali... Endülüs, bu halin en görkemli duraklarından biridir. Öyle ki, Müslümanlar bu durakta yaklaşık sekiz yüz yıl kalacaklardır. Bu süre zarfında Endülüs ilim, irfan, sanat, edebiyat, estetik üssü olacak, Avrupa Kıtası’nda Rönesansa (yeniden diriliş) ve Aydınlanmaya ilham verecektir.

 

Kadraj ve Logo

CNN ekranlarından canlı yayınlanan I.Körfez Savaşı, ekranın/beyaz camın (sonraları renkli camın) büyüleyici etkisinin savaş gibi acı-yıkım-trajedi yoğunluklu bir eylemin bile, çay-kek-patlamış mısır eşliğinde, arada bir kanal değiştirerek ( zap yaparak), nasıl sıradanlaştı/rıl/ğını göstermesi bakımından öğreticiydi. Boudrillard bu nedenle bu savaşın aslında gerçekleşmediğini iddia edecekti. Öyle ya, şayet ortada gerçek bir savaş varsa buna “seyirci” kalınması aklın-mantığın-vicdanın-izanın kabul edebileceği bir şey değildi. Ekranın sağ alt köşesinde Bağdat’ın üzerine düşen bombaların menzili, tahrip gücü ve (belki de fiyatı) yer alıyordu. Bağdat kan gölüne dönerken, insanlar ekranlarında sadece geceyi aydınlatan ışık huzmeleri görüyorlardı. Bir tür havai fişek gösterisiydi sanki yaşananlar. Kilometrelerce uzakta olanlara bu “gösteriyi”(evet yanlış duymadınız gösteriyi) izleme imkanını veren ekran/kamera gerçeği altüst ediyor,onu gerçek olmaktan çıkarıyor,seyirlik malzeme haline getiriyordu. Kameranın ve fotoğraf makinesinin aslında ne olduğu, neyi temsil ettiği,neye hizmet ettiği hususu öylesine profesyonelce gözden ırak tutuldu ki,gelinen noktada,eşrefi mahluk olan insanın muhayyilesi tarumar edildi,böylece hafızası silindi ve adeta yürüyen bir kadavraya dönüştürüldü. Kötülüğün envai çeşidi normalleşti, sıradanlaştı hatta kötülüğün “izlenme oranı” arttı… Bayağılık, pespayelik, çirkinlik,yozluk,iğrençlik,kabalık albenili ambalajlar eşliğinde sunuldu/sunuluyor. Akleden kalbini korumaya özen gösterenler ürpermeden, dehşete kapılmadan, saçını başını yolmadan,acı çekmeden ekran karşısında duramaz oldu. “İzleyici” olmayı kabul edenler içtenliklerini ve itiraz etme kabiliyetlerini kaybetti.

 

Derkenar (43)

Çöp deyip te geçmeyiniz… Modern uygarlığın karakteristiğine dair son derece berrak bir fotoğraf çekmenizi sağlar çöp… İnsanın tarihteki yürüyüşünün bugünkü evresi, başka bir çok yanıyla olduğu kadar, ürettiği çöp miktarıyla da ayrılır öncekilerden… Mutlaklık makamının yegane sahibi tarafından insana emanet edilen doğa, muhtemelen, tarihin son üç asrındaki kadar acı çekmemiştir, varedildiği günden bu yana… Bu acının görünür ve sürekli kılınmasında çöpün rolü hayatidir…

 

Derkenar (42)

Türkiye’nin, barbarlığın tecessüm etmiş hali olan İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi ( normalleştirmesi ve böylece siyonizme güç vermesi,meşruiyetini,bir kez daha, tescillemesi) karşısında İslami havzalar, edilgin/pasif/pısırık bir tutumu, tavrı ve tarzı tercih etti/ler. Ulus-devlet realizmine bağlılık andı içenler için “reel politik” argümanlar eşliğinde meşrulaştırılabilecek bu "normalleşmenin" , İslami iddialı havzalar tarafından “sanki hiç olmamış” gibi muamele görmesi (görmezden gelinmesi) anormal... Demek ki "anormalliğin normalleştiği" bir zamana tanıklık ediyoruz. Filistin/Kudüs duyarlılığının, siyonizmin azgınlaştığı/azmanlaştığı/pervasızlaştığı/iğrençleştiği zamanlarda ( o da retorikten öteye geçmeyen, romantik,duygusal tepkilerle ) zuhur etmesi, aslında meselenin ehemmiyetini müdrik olmadığımızın delili...

 

Kamil Ergenç,Milli Düşünce Gazetesi'nin "Türkiye'de Eğitim Sisteminin Bir Felsefesi Var Mı?" başlıklı söyleşisine konuk oldu

1-Öğrencilerimizi ve okullarımızı tutucu, yobaz, dar, değişime kapalı, sorgulama ve eleştiriden uzak bir eğitim ideolojisinden kurtarabilir miyiz?

Kurtarabilmemiz için evvela Türkiye’de eğitim-öğretimin temel meselesinin ne olduğunu, akabinde ise nasıl bir modelle yol yürüyeceğimizi tespit etmek gerekiyor. Ki bu ikisi birbirinden bağımsız değildir. Yani sorunu tespit etmek ile çözüm önerisi sunmak arasında sıkı bir bağ vardır. Cumhuriyet tarihimiz boyunca, sonuncusu 1-3 Aralık 2021’de olmak üzere, yapılan 20(yazıyla yirmi) Milli Eğitim Şurası’nın hiç birinde eğitim-öğretimin temel/yapısal sorunları, ne yazık ki, gündeme alınmamıştır. Ya teknik-bürokratik sorunlar ve çözüm yolları ya ulusal bilincin tahkim edilmesine yönelik atılması gereken adımlar ya da konjonktürün zorlamasıyla spesifik kozmetik değişiklikler üzerinde durulmuştur. Benzer durum, sonuncusu 2017 tarihinde yapılan, 3 (yazıyla üç) Kültür Şurası için de geçerlidir. Meseleye esastan giriş yapacaksak şayet, Türkiye’de eğitim-öğretim alanında yaşanan sorunların kaynağında “epistemolojik bağımlılık” vardır. Yani ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar her düzeyde cari olan, işlenen, yayılan, düzenlenen, yorumlanan bilgi, burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen aydınlanma ideolojisinin belirlediği çerçeveye sadık bir bilgidir. Bu bilginin karakteristik özelliği ise seküler-ırkçı-pozitivist ve hümanist olmasıdır. Binaenaleyh ilahi vahyi ve nebevi geleneği (nübüvveti) inkar etmesi, bilgi olarak kabul etmemesi, hasılı kelam referans almamasıdır. Dolayısıyla bu bilginin nüfuz ettiği (iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-akademik v.b) her alanda kaçınılmaz olarak, burjuva Protestan kültür kodlarının rengi egemendir. Toplumumuz-akademimiz-siyasetimiz ne yazık ki bu büyük buhranın farkında değildir. Olmadığı içindir ki, her dönemde, kozmetik değişikliklerle yetiniyor, günü kurtarmaya dönük faaliyetlerle teselli oluyorlar. Sözünü ettiğim epistemolojik bağımlılıktan kurtulmadıkça, yani kendi “Marifet Nazariyemizi” inşa ve ikame etmedikçe, eğitim-öğretim sistemimiz “beyaz adamın” muradına uygun bir sosyal gerçekliğe lojistik destek sağlamaktan kurtulamayacaktır.

 

Anakronizm Örneği Olarak Abdülhamit-Erdoğan Karşılaştırması

Müslümanların tarihiyle ilgili (yaptığı çalışmalarla, verdiği eserlerle) tanınan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Hoca, 28/03/2023 tarihli Yeni Şafak gazetesinin, “düşünce günlüğü” sayfasına yazdığı “Yoksa 1908’i Yeniden Mi Yaşıyoruz?” başlıklı yazısında, II. Abdülhamid’in “hal’ edilmesi(tahttan indirilmesi)” süreciyle bugün yaşananları karşılaştırarak/kıyaslayarak (anoloji), önümüzdeki seçimlerde tercihimizi “bu gerçeği(!)” göz önünde bulundurarak yapmamız (yani II. Abdülhamid’in bugünkü temsilcisi olan Erdoğan’a destek vermemiz) gerektiğini beyan ediyor. Hoca (özetle) demek istiyor ki; “Abdülhamid tahttan indirildikten sonra yaşanan büyük buhranı unutmayın… Erdoğan giderse aynısı olabilir…” Esasında yeni olmayan bu kıyasa(analojiye), İhsan Hoca gibi İslamcı bir tarih profesörünün de müracaat etmesi, Türkiye entelektüel/alim havzasının “tarih felsefesi perspektifi” nden ne kadar yoksu(n/l) olduğunu göstermesi bakımından manidar. Hamaset ve popülizmin kurumsallaştığı, geçmiş ilgisinin, romantik ve nostaljik bağlamdan kurtulamadığı, tarih bilincinin “diziler aracılığıyla” inşa edilmeye çalışıldığı bir toplumsal-kültürel–siyasal ortamda başka türlüsü de olamazdı zaten…

 

EPİSTEMİK ŞİDDET (III)

Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan (ve halihazırda ülkemiz akademisinde cari olan) bilme-kavrama-yorumlama biçiminin sosyal bilimlerin diline/söylemine nüfuz ettiği gerçeğiyle (de) yüzleşmemiz gerekiyor. Demem o ki modern sosyolojinin bilme-kavrama-yorumlama biçimine yaslanarak Müslüman bir toplum analizi yapılamaz. Çünkü bu disiplin Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan sosyal gerçekliği referans alır ve bütün toplumları bu gerçekliğin (sınırları) içinden değerlendirmek ister. Bunu Said Halim Paşa yaklaşık yüzyıl önce söylüyor… Öte yandan toplum hayatının bütününe nüfuz etme özelliği olan siyasetin Fransız devriminin ilham verdiği kavramların tasallutundan kurtarılması, İslami referanslar temelinde bir siyaset felsefesinin ve dilinin inşası, zaruridir. Ulus-devlet aygıtının bilinçlerimizde açtığı yaraların tedavisi için seferberliğe ihtiyacımız var. Özellikle İslami iddialı havzaların bu seferberlikte rol almaları gerekiyor. İstişari zeminlerimizi olabildiğince geniş tutmak elzemdir. Her bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi epistemolojik bağımsızlık ta ciddi riskler içeriyor. Bu risklerin başında da egemen paradigma tarafından kriminalize ve terörize edilmek geliyor. Aydınlanma projesi kendi içinde evrim geçirerek (radikal bir iç eleştiri yaparak) kendisini güncelliyor. Ancak bu güncelleme yapısal olmaktan ziyade kozmetik özelliklere sahip. Bilginin kaynağı olarak tabiat , ahlakın kaynağı olarak ise insan “ön kabulü” nde herhangi bir değişiklik olmuyor. İlahi vahiy ve nübüvvet bilgisi referans alınmıyor. “Beyaz adamın” tarihin öznesi olduğu iddiasından sarfınazar edilmiyor. Tarihin “ilkelden medeniye” doğru doğrusal bir çizgi üzerinde aktığı tezi (hala) meşruiyetini koruyor. Doğu’nun duygusal/ mistik/masalsı/dişil/despotik, Batı’nın ise rasyonel/demokratik/eril/hümanist karakterde olduğu “dogması” yürürlükte olmaya devam ediyor. Hatta emperyalizm/kolonyalizm demokratik teamüller ve klişeler aracılığıyla “üçüncü dünya” halklarına ihraç ediliyor. Aralarında İslam Dünyası toplumlarının da bulunduğu bu halklar, başlarındaki yöneticilerin basiretsiz-ferasetsiz-hikmetsiz siyasetlerinden kurtulmak için,bu klişelerden medet umuyor… Post-hümanizm, post-kolonyalizm, bio-politika,feminizm, pluralizm (çoğulculuk), ekolojizm gibi “albenili ambalajlara” sarılmış ideolojilere sığınarak, zamana tanıklık edeceğini zannediyor.

 

EPİSTEMİK ŞİDDET (II)

Hayli zamandır Dünya’da ve Türkiye’de olup bitenleri anlatma iddiasındaki haberlerin ayrılmaz bir parçasını oluşturan kelimelerin başında “şiddet”in geldiğini görüyoruz. Sosyologlar, psikologlar, eğitimciler ve daha nice uzman, şiddetin çeşitli veçhelerinden bahsediyor. Lakin zikredilen bu veçheler arasında bilinç üzerinde etki gücü çok yüksek olan “epistemik şiddet” ne yazık ki yok. Oysa ki sahih bir “şiddetle mücadele” stratejisinin yol haritasında ilk iş “bilgi(episteme)”nin mahiyeti ve keyfiyetini teşrih masasına yatırmaktır. Bu şiddet türünün gereği gibi anlaşılmaması halinde toplum ve insanlık olarak onurlu bir yarına uyanmamızın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bilginin “hamd vesilesi” olmaktan çık(arıl)ması, iyinin-doğrunun-güzelin-erdemin-faziletin inşa ve ikamesi yerine güç ve kar amaçlı istismar edilmesi sürecinin bu şiddetle yakından alakalı olduğu gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Bu noktada “epistemik şiddet nedir?” sorusuna odaklanmak gerekiyor.