okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün92
mod_vvisit_counterDün654
mod_vvisit_counterBu hafta746
mod_vvisit_counterBu ay13435
mod_vvisit_counterHepsi1854215

Otokolonizasyon Projesi Olarak Kemalizm

Cumhuriyetin yüzüncü yıl kutlamaları büyük bir heyecan ve debdebe ile icra edilirken (hatta bu kutlamalar “Türkiye Yüzyılı” gibi oldukça görkemli-gösterişli bir mottonun eşliğinde bir tür kendinden geçme/kendisiyle büyülenme haline evirilmişken) Türkiye’nin hala yön/ istikamet sorunu yaşıyor olması (bu sorunun ne kadar farkında olduğu başka bir yazının konusudur) ciddi bir kafa karışıklığının belirtisi olarak okunabilir. Tanzimat Fermanı’nda tercihini açıkça Batı’dan yana yapmasına ve Cumhuriyetle bu tercihindeki kararlılığını kanıtlamasına rağmen Türkiye kim olduğu ve nereye ait olduğu hususunda berrak bir zihne sahip değildir. Yaklaşık iki asırlık modernleşme tecrübesinden elinde kalan, Batı’nın kötü bir kopyası olmaktan başka bir şey değil. Sömürgeci-ırkçı beyaz adamın bugününü kendi yarını yapmak için uğraşan ve buna da “muasır medeniyet seviyesine erişmek” diyen aydınlar-bürokratlar-politikacılar öncülüğünde buraya kadar… Sınai-teknik-endüstriyel inkişafı ilerlemenin yegane koşulu olarak kodlayan zihniyetin bu ülkeye kazandırabileceği tek şey makine/ler olabilir… Ve elbette makineleşmiş insanlar ve şehirler…

Kimlik/kişilik yoksu(l/n)luğunun en belirgin hali “Doğu ile Batı arasında köprü” olduğumuz klişesinde tebarüz eder. Erbabının malumudur ki, köprülerin kimliği olmaz. Onlar sadece iki tarafı birbirine bağlamakla görevlidir. Sentetiktir/yapaydır. Üzerinden gelip geçen çok olur. Köprü olmanın dayattığı kimliksiz/kişiliksiz duruşu telafi edeceği yanılsamasıyla Türkiye’nin “medeniyetler/ uygarlıklar beşiği” olduğuna dair (görece daha az istiskal edici ve fakat daha çok muhafazakar imge barındıran ) farklı bir tanım öne çıkarıldı. Oysa ki burada da çok ciddi bir sorun vardı. Medeniyetler beşiği olmak hem “müze” olmayı ( ki müzeler ölü kültürlerin/ medeniyetlerin sergilendiği yerlerdir) ve böylece turizm aracılığıyla sömürgeleştirilmeyi kabul etmek hem de İslam’ın bu coğrafyada “sonradanlığını” (hatta daha şaz yorumlarda) “sömürgeci” olduğunu tescillemek için oldukça kullanışlı bir argümandı. (Burada bir parantez açarak Türkiye’de ve Suriye’de faaliyet gösteren seküler Kürt siyasal hareketlerinin kendilerini tanımlarken sıklıkla İslam öncesi Mezopotamya kültürüne atıf yaptıklarına, İslam’ı ise Arap-Fars-Türk kimlikleri aracılığıyla kendilerini sömürgeleştiren bir din olarak konumlandırdıklarına dikkat çekmek isterim. Bu yaklaşımın mot-a-mot aynısını dağılmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türk kimliğine dayalı bir ulus inşa etmeye çalışan Jöntürk-İttihatçı aydın ve bürokratlarında görmek mümkündür.) Arkeolojinin Avrupamerkezci tarih anlatısına malzeme temin eden oldukça operasyonel bir alan olduğunun farkına varamayan Türkiye aydını “medeniyetler beşiği” klişesindeki hinliği fark edemedi. Ülke sathına yayılan yoğun arkeolojik çalışmaların nihai kertede hedefi, Anadolu’nun İslam tarafından işgal edildiği önermesine meşruiyet kazandırmak ve akabinde buraların Romalı-Pers pagan köklerine ve politeist (çok tanrılı) sosyal gerçekliğine işaret ederek “çok renkli (aslında renksiz)” “çok kültürlü(aslında kültürsüz)” “çok tanrılı (aslında tanrısız)” bir geçmiş algısı oluşturarak zihin dünyamızdan “dar-ül İslam”ı çıkarmaktır. Mekanla itikat eksenli bağ kurmanın adı olan dar-ül İslam’a yabancılaşan Müslüman zihnin varıp demirleyeceği liman, evanjelik-protestan-neoliberal zihniyetin serlevhası olan “dünya vatandaşlığı” dır. Öte yandan çok kültürlülük-çok renklilik-kozmopolitlik gibi cazibesi yüksek kelimeler aracılığıyla üzerimize giydirilmeye çalışılan gömleklerde post-modern paradigmanın hakikatsiz-öznesiz-merkezsiz-metotsuz-çarpık-amorf doğasının payı olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Sözünü ettiğimiz bu paradigma kimlik-kişilik sahibi insanlardan/toplumlardan hoşlanmıyor. (Gazze’ye reva görülen hunharlığa/barbarlığa/vahşiliğe karşı küresel sistemin gönüllü kayıtsızlığına bir de bu zaviyeden bakmakta fayda var. Direniş, insanı-tabiatı-toplumu makine gibi tasavvur/telakki eden modern/post-modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal otoritesini sarsarak insanlık ailesine “insan kalma” ve “insanca yaşama” dersi veriyor. Bu ders küresel kötülük düzeninin tekerine çomak sokuyor.) Çünkü bu düzen onurlu yaşamayı tercih edenleri kendisi için tehdit olarak algılıyor. Akışkan-sıvı karakterli (her kalıba kolayca dökülebilen-omurgasız) insan ve toplumlardan hoşlanıyor. Adına küreselleşme/globalizasyon denilen süreç bu gerçekliğin inşasına çabalıyor. Tek kültür-tek toplum-tek değer sistemi-tek cinsiyet v.b inşasına odaklı oldukça sistematik bir kuşatmayla karşı karşıya bırakıyor insanlığı… Modern/post modern paradigmayla karşılaştıktan sonra, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, halkı Müslüman beldeler dar-ül İslam’dan vatana, ümmetten ulusa, itikattan kültüre, bütünden parçaya, ulemadan aydına, medreseden üniversiteye, cemaatten topluma, şehirden kente geçiş yaparak zihinsel sömürgeleşmenin mağdurları ve madunları oldular. Bu geçişin failliğini Türkiye’de Kemalizm, Irak-Suriye-Mısır-Lübnan gibi Arap nüfusun yoğun olduğu yerlerde Baasçılık (yeniden doğuş) , İran’da 1979 İslam İnkılabına kadar Pehlevicilik yaptı. Hepsinde ortak nokta modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal (tüm boyutlarıyla) ithal edilmesi ve toplumun da bu kavram ve kurumlara ikna ( şayet ikna olmuyorlarsa ) icbar edilmesiydi. Bu bağlamda sözünü ettiğimiz ideolojileri Avrupa merkezci bilgi-düşünce-yorum sistemlerinin taşıyıcıları olmaları münasebetiyle otokolonizasyonun (kendi kendini sömürgeleştirme) rahmi olarak niteleyebiliriz. Türkiye özelinde Kemalizmin, otokolonizasyon projesi olarak gördüğü işlevi tüm yönleriyle teşrih masasına yatırmadan kimlik/kişilik sahibi bir toplum olma vasfı kazanamayacağız. Çünkü Kemalizmi “epistemik referanslarıyla” birlikte konuşmak, aynı zamanda, modern ulus-devletin inşasına giden süreci, bu sürecin itikadi-içtimai-iktisadi-siyasi-hukuki boyutlarını konuşmak anlamına gelecektir ki bu durumda maruz kaldığımız şeyin mahiyeti ve keyfiyetine dair sahih bir bilinçlilik hali inşa edilmiş olacaktır. Burjuva Protestan kültür kodlarıyla techiz edilmiş modern paradigmanın, ideolojiler aracılığıyla, İslam dünyası toplumlarına (ve Batı dışı toplumlara) taşınması (esasında) ilgili toplumların hayat tarzı ve dünya görüşü üzerinde kalıcı değişiklikler yapmak, hasılı onları Hıristiyanca düşünmeye-yaşamaya mecbur ve mahkum etmek anlamına gelir. Bu bağlamda tüm ideolojiler gibi Kemalizm de yeni bir din(İslam) yorumu ihdas ederek, İslam’ın Protestanlaştırılmasına önayak olmuştur. Laikliğin anayasal güvence altına alınması örneğinde belirginleşen bu Protestan tavır hala geçerliliğini korumakta, kurumsal (mabet merkezli) ve sınıfsal (tanrı temsilcisi kutsal adamların uhdesindeki) din anlayışına sahip toplumların sosyal gerçekliğinde anlamlı olabilecek bu tutumun(laikliğin), hayatın bütününe müdahil olma iddiasına sahip İslam için de geçerli kılınmaya çalışılması, patolojik ve şizofrenik bir uzlaşmanın izlerini taşımaktadır.İslam’ın zaman tasavvurunun (Müslüman saatinin) imhası anlamına gelen takvim değişikliğini de bu bağlamdan bağımsız değerlendirmemek gerekir. Son Nebi(s.a.v)’nin tarihin seyrini değiştiren inkılabi eylemine (hicrete) kayıtsız kalmak, bu eylemin anlamına dair oluşabilecek duyarlılığın önünü kesmek, nübüvveti tarihsel bağlama hapsedip etkisizleştirmek, cemaat/ümmet olma şuurundan uzaklaşmak ve nihayetinde Yahudi-Hıristiyan-Pagan kültürlerle arasına mesafe koyarak iktisadi/içtimai/siyasi/hukuki özgünlüğünü-bağımsızlığını inşa eden müstakil bir topluluk olarak var olma bilincini dumura uğratmak, takvim değişikliğinin sonuçları olarak zikredilebilir. Zaman tasavvuruna vurduğu bu ağır darbeyle Kemalizm, yukarıda zikrettiğimiz Protestanlaştırma eyleminin gönüllü faili olduğunu göstermiştir. Kur’an alfabesinin yerine Latin alfabesini kabul etmek ise tüm bu eylemler içinde en radikal olanıdır. İslam’ı Arap kültürüyle eşitleyip Türk kültürünün inkişafına mani (hatta sömürgeci) olmakla suçlayan milliyetçi yaklaşımların etkisiyle atılan bu adım, ırkçı-sömürgeci beyaz adamın bilgi-düşünce-eylem biçiminin bir bütün olarak temellük edilmesine yöneliktir. Bu adımın atılmasında sami dillerin (ki aralarında Arapça da vardır) bilim-düşünce-medeniyet-felsefe üretemeyeceğini iddia eden Fransız filolog Ernest Renan’ın etkisini de yadsımamak gerekir.

Türkiye’nin Asya-Avrupa-Afrika ve Ortadoğu’yla yakın teması önemli bir jeo-politik avantaj olmakla birlikte, şayet yön-istikamet sorununu çözmemesi (kim ve nereye ait olduğuna karar vermemesi) durumunda aynı ölçüde dezavantaj da olabilir. Bu coğrafyanın içe kapanmayı-pasifliği-edilgenliği kabul etmeyeceği izahtan varestedir. Hele ki imparatorluk geçmişi olan bir ülkenin kabuğuna çekilmesi, suya sabuna dokunmaktan imtina etmesi, tarihi-kültürel hafızasına kayıtsız kalması mümkün değildir. Kaldı ki son yarım asırda çok yıkıcı, acı verici tecrübeler biriktirdik. Kemalizm’in Arap versiyonu Baasçılığa yaslanarak kendi kendini sömürgeleştiren ülkeler (Irak- Suriye-Lübnan örneğinde görülebileceği üzere) bir daha kendine gelemeyecek şekilde parçalandı. Bu parçalanma sürecinde etnik ve mezhebi fay hatlarının belirleyici rol oynadığı söylenebilir. Baasçılık Irak’ta mezhebi olarak Şiileri, etnik olarak ise Kürtleri değersizleştirdiği, onları insan yerine koymadığı, zalimce davrandığı için “millet olma” bilinci inşa edemedi ve nihayetinde emperyalizmin oraya nüfuzunu kolaylaştırdı. Benzer şekilde Suriye’de Nusayri azınlığın elinde canavarlaşan iktidar Sünnileri ve Kürtleri madunlaştırarak büyük bir öfke biriktirdi ve bu öfke onun sonunu hazırladı. Şimdi bu ülkeler fiili olarak paramparça durumda… Her parça diğeriyle kanlı bıçaklı… Aralarına yüksek duvarlar örüyorlar… Bu kaotik vaziyet her ikisi de imparatorluk hafızası olan ( etnik ve mezhebi çeşitliliğe ev sahipliği yapan) Türkiye ve İran’ı endişelendiriyor. Her iki ülke de bünyelerindeki bu farklılıklarla barışık yaşama konusunda kötü bir sicile sahip. Türkiye, Kemalist ideolojinin rehberliğinde Kürtlere, Alevilere ve Dindarlara büyük acılar çektirdi. Gelinen noktada dindarlar muhafazakarlık şemsiyesi altında sisteme dahil oldu. Kemalist ideolojiyle milliyetçilik, ulus-devlet ve Protestan din yorumu ortak paydasında buluşarak siyasi-iktisadi-bürokratik ayrıcalıklar kazandı. Bu yeni durumu ifade sadedinde “muhafazakar Kemalizm” terkibini kullanabiliriz.

Muhafazakar Kemalizm, burjuva Protestan kültür kodlarının ilham verdiği ulus-devlet realitesiyle paradigmatik düzlemde bir hesaplaşma-yüzleşme bilinci inşa edemediği için bu realitenin dindarlara, Kürtlere, Alevilere yaşattığı acıların nedenlerini “yapısal olarak”   sorgulama konusu yap/a/madı. Dahası siyasi-iktisadi-bürokratik imtiyazlarını kalıcı hale getirmek için Kemalizmin (faşizme yatkın) milliyetçiliğini temel referanslarından biri haline getirerek sözünü ettiğimiz acıları adeta görmezden gelmeyi tercih etti. Üstüne bir de son on yılda savaş-kıtlık-yokluk yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanlara karşı, küresel ölçekte artan faşizm temayülüyle eşanlı olarak, tahfif ve istiskal söylemi/eylemi eklendi. (Öyle ki bu söylem politik arenada dengeleri değiştirecek boyutlara ulaştı.) Böylece yüzleşme-hesaplaşma beklentisi rafa kalkmış oldu. Bu şartlar altında Türkiye’nin kendisini emperyalist nüfuza açtığını, Irak ve Suriye’de yaşananlardan gereken dersi almadığını söylemek mümkündür. Ortadoğu’da Baasçılık nasıl ki Mısır’ın-Irak’ın-Suriye’nin-Lübnan’ın başına bela olduysa, bu ülkeleri Avrupa-Amerika-Rusya-Çin konsorsiyumlarının serbest pazarı haline getirdiyse, halklarını edilgin-pasif-yoksul-gözü dışarıda bir konuma mahkum ettiyse, Kemalizm de aynısını bu ülkede yapmıştır ve şimdilerde muhafazakar görünüm altında daha sinsi bir şekilde yapmaya devam etmektedir.

Hiçbir milliyetçiliğin ve ulus-devletin anti-emperyalist olmayacağını bilmek gerekiyor. (Nitekim Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliği için yapılan TBMM oylamasında,neredeyse hiçbir konuda uzlaşamayan ve her vesileyle birbirini tahfif, tahkir ve istiskal eden partiler-ki aralarında milliyetçiliği serlevha edinmiş olanı da var- ortak tavır takınarak “evet” oyu kullandılar. NATO’nun, başkomutanı ABD olan emperyalist-kolonyalist bir örgüt olduğunu, üye olduğumuz 1952’den bugüne Türkiye’nin askeri-siyasi-iktisadi-akademik hayatında belirleyici ve tayin edici etkiye sahip olduğu, 27 mayıs 1960’tan 15 temmuz 2016’ya kadar bütün darbelerde bir şekilde rol aldığı, Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini tehdit eden tüm unsurları bertaraf etmek için sorumluluk üstlendiği, Sovyetler dağıldıktan sonra “paradigma dışı” varoluş mücadelesi veren İslami hareketleri etkisizleştirmeyi vazife edindiği bilinmesine rağmen, Türkiye’nin hala NATO içinde kalmaya devam etmesi ulus-devletlerin anti-emperyalist ol/a/mayacağının delili olarak okunabilir. Halihazırda Gazze’de devam eden soykırıma karşı, Türkiye de dahil, halkı Müslüman beldelerin yönetimleri tarafından sergilenen kayıtsızlık/ duyarsızlık/ etkisizlik/ acizlik ulus-devlet paradigmasından bağımsız düşünülemez. Türkiye özelinde Kemalizm, bidayetinden beri, Kudüs/Kabe duyarlılığından rahatsızdır. Bu rahatsızlığın toplumsal bir tabana sahip olduğunu da Gazze direnişi sayesinde yakinen müşahede etmiş olduk. Demek ki otokolonizasyon projesi olarak Kemalizm, belli ölçülerde amacına ulaşmıştır. ) Çünkü yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığım üzere ulus-devlet, burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan bir siyasal modeldir. Tabiatı gereği “beyaz adamın” dünya görüşü ve hayat tarzını yansıtır. Tanrı buyruğunun egemen olmadığı sınırları belli bir mekanda homojen bir toplum yaratmak ister. Bilgiyi, ulusal çıkarları için istismar eder. Tarihi çarpıtır. Kendisine olabildiğince eski bir köken bulmak için yapar bunu… Tarihte ne kadar geriye giderse o kadar muteber olacağını zanneder. Din bir kültür bileşenidir onun için. Toplumu bir arada tutmaya yarayan çimento misali… Ulus-devlet için üniversite modern mabettir. Ürettiği bilgi tartışılmazdır. Bilim adamları/kadınları bu mabedin ulularıdır. İlahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiği referans kabul edilmez. Tarihsel-sezgisel bir bağlama hapsedilir ve kişi vicdanına mahkum edilir. Din,ulusal birliğin temini haricinde muteber değildir. Ulusun manevi varlığına sunduğu katkı kafidir.

Türkiye’nin bir tercih yapması gerekiyor. Ya kapitalist/neo-liberal düzenin lojistik merkezi ve transit geçiş güzergahı ya NATO özelinde ete kemiğe bürünen emperyalizmin-kolonyalizmin Ortadoğu/İslam Dünyası üzerindeki emellerine aracılık yapan pasif-edilgin-pısırık bir aparat ya da asli hüviyetine avdet ederek- ki o hüviyet İslam’dır- kimlik/kişilik sahibi olarak onurlu haysiyetli bir duruşun mümessili olacak.

 

NOT: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 354.sayısında aynı başlıkla yayımlanmıştır.

Kamil ERGENÇ


AddThis
 

Yorum ekle