okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün686
mod_vvisit_counterDün787
mod_vvisit_counterBu hafta2712
mod_vvisit_counterBu ay10796
mod_vvisit_counterHepsi1851576

Editörden

Derkenar (28)

11 Eylül’ün akabinde Afganistan’ı işgal ederek 1996-2001 yılları arasında (yaklaşık 5 yıl) iktidarda kalan Taliban rejimine son veren(!) ABD’nin, Katar üzerinden yürüttüğü “Afganistan’dan Çıkış” protokolünün, Taliban’ı kısa sürede iktidar yapacağını herhalde kimse beklemiyordu.20 yıllık ABD işgalinin Afganistan’da bazı şeyleri değiştirmiş olduğu varsayılıyordu. En azından Taliban’ın eski gücünde olmadığına inanılıyordu… Ancak tüm beklentiler boşa çıktı…Pekiyi bundan sonra ne olacak? Ne olacağını görmek ya da tahmin etmek için filmi biraz geriye sarmak gerekiyor. Taliban 1996-2001 yılları arasında iktidardaydı. 1979-1989 (yaklaşık 10 yıl) süren Afgan-Sovyet savaşından sonra başlayan iç savaş sonucunda iktidar olmuştu. Sovyetleri mağlup eden Afgan direniş grupları kendi aralarında çatışmaya başlayınca Taliban’a yol açılmıştı. Pakistan’ın özel desteğiyle kısa sürede palazlandı ve iktidara geldi. Medrese kökenli bir hareket olmasından dolayı Taliban(talebeler) adıyla anılıyordu. Nevzuhur bir hareket olmadığı gibi Batılılar tarafından da icat edilmemişti. Kendisini besleyen ciddi bir sosyolojik zemine sahipti. Özellikle Pakistan medreseleri bu konuda oldukça işlevseldi… Acı ama gerçek şu ki sadece Taliban değil halkı Müslüman beldelerde zuhur eden tüm örgütler (İŞİD, Boku Haram, Şebab, El Kaide,FETO v.b) yoktan var edilmiş yapılar değil bilakis Müslüman toplumların sosyolojisinin ürettiği gerçekliklerdir. Emperyalistler bu gerçekliği kendi emellerine hizmet ettirmek için manipüle edebilirler ama gerçekliği üretemezler.

 

Derkenar (26)

 

Yaklaşık sekiz asır boyunca İber Yarımadası’nda kalan Müslümanlar XV.yüzyılın sonuna ramak kala Yahudilerle birlikte kıta Avrupa’sından kovulduklarında, Avrupa Hıristiyanlığı, aynı yüzyılın ilk yarısı henüz geride bırakılmışken ellerinden çıkan Doğu Roma başkenti Konstaniyye’nin intikamını aldığından neredeyse emindi. Ama intikamın kemale ermesi için Müslümanların elinde İstanbul adını alan şehrin yeniden Ortodoksların eline geçmesi gerektiği gerçeğini ajandalarının en mutena köşesinde muhafaza etmeyi de ihmal etmediler. Aralarında Osmanlı’nın da olduğu dört imparatorluğu tarih sahnesinin dışına iten I.Dünya Savaşı’nın galipleri arasında yer alan Fransa, Şam’ı işgal ettiğinde ilk olarak Selahaddin’in mezarına gidip “Kalk Selahattin biz geri geldik” derken,İstanbul’un intikamını alma yolunda önemli bir mevzi daha kazandığının farkındaydı. Bu farkındalık II.Körfez Savaşı’nda Irak’ın kütüphanelerinin İngilizler tarafından yağmalanmasıyla tescillendi. Şimdilerde Bilad-ı Şam’ın, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde (hem zihinsel hem de fiziksel olarak ) talan edilmesi de sözünü ettiğimiz bu farkındalıktan bağımsız değil. Asıl büyük savaş ise (aslında büyük hesaplaşma da diyebiliz) İstanbul’un üzerinden yapılacak… Selahattin’in mezarı tekmelendiğinde Eyyüp El Ensari’nin ve Fatih Sultan Mehmet’in türbelerine ne yapılacağı da anlaşılmıştı aslında (sahi anlaşılmış mıydı gerçekten? Eğer anlaşılmış idiyse Şam’ın ve Bağdat’ın talanına dolaylı yoldan da olsa neden ortak olduk?)

 

Derkenar (25)

Bütün üniversiteleri Avrupamerkezci bilgi (ki bu bilgi seküler/ırkçı/pozitivist ve sömürgecidir) tarafından ele geçirilmiş (fethedilmiş de diyebiliriz) bir ülkede, rektör ataması üzerinden süregiden tartışmalar, Türkiye’deki ilmi-entelektüel-akademik çölleşmenin/çoraklaşmanın/düzeysizliğin/ufuksuzluğun ve en önemlisi de “madunluğun” ürkütücü boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından manidardır. Gerek muhafazakar/milliyetçi/maocu kokuşmuşluk, pespayelik ve kepazelik düzeninin bani ve mümessilleri;gerekse de onlara muhalif(miş) gibi yapan, ama aslında bu ülkede aziz,mükerrem ve mübeccel İslam’ın put kırıcı,devingen ve inkılabi öğretisinin makes bulmasını engellemek için misyon üstlenmiş olan, (tüm bileşenleriyle) liberal/sol/kemalist hınç ve huşunet siyasi kültüründen ilham alan zavallılar, (dar-ül İslam) olan bu aziz ülkenin üniversitelerinde neden vahiy ve nübüvvet bilgisinin meşruiyetinin olmadığına ve/veya Avrupamerkezci bilgiyle barışık yaşamanın ne anlama geldiğine dair,ima yoluyla bile olsa,söz söyleyemiyor. Beyni dağlanmış olanlardan böyle bir beklenti içinde olmak anlamsızdır biliyorum. Derdim odur ki, bu ülkenin muteriz genç kuşakları, yakın geçmişte olduğu gibi, şimdi/ler/de de, siyasal tercihlerini kokuşmuşlukla sığlık arasında yapan politik figürlerin muzaffer gelecekleri için kendilerini heder etmesinler. Hamasi, popülist ve vülger siyasal dilin manipülasyon nesneleri olmasınlar… Zihinleri felç olmuş,algıları kireçlenmiş,gözleri ve kulakları perdeli, kalpleri tedebbür etmeyi terk etmiş olanların izlerini takip etmesinler… Mübarek İslam’ın put kırıcı öğretisinin mübelliği ve mübeşşiri cenab-ı peygamberin(s.a.v) izinden ayrılmasınlar… Bu izi onlara İslamcı ekol gösterebilirdi. Fakat bu ekol de bir süredir düzenli olarak aldığı muhafazakarlık/milliyetçilik ve ulus-devlet realizmi “zehirleri” nedeniyle yoğun bakım odasında can çekişiyor. Bu nedenle genç kuşaklar kurtuluşu protestan burjuva uygarlığının değer sisteminde arıyor… 19.yüzyılda “uygarlık misyonu”,20.yüzyılda “demokrasi ve insan hakları” klişeleriyle halklarımızı ayartan beyaz adam, 21.yüzyıl için “cinsel özgürlükler” klişesini üretti ve ayartmaya devam ediyor. Üniversitelerimiz epistemolojik ve metodolojik bağımlılıktan kurtulamadıkları, yani özellikle sosyal ve siyasal bilimler alanlarında vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alan bir bilgi sistemi ve usul disiplini inşa edilemediği sürece, istersek bütün üniversitelere “molla rektör” atayalım , sonuç değişmeyecektir…

 

09/02/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Derkenar (24)

Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce ansiklopedi serisinin 10.cildi birkaç ay önce “feminizm” başlığıyla yayınlandı. Böylece Osmanlı’dan günümüze kadar feminizm hakkında konuşulanlar ve yazılanlar derli toplu bir muhtevaya kavuşmuş oldu. Yaklaşık 900 sayfalık bu çalışmanın, son yıllarda daha da artan feminizm odaklı tartışmalara önemli ölçüde katkı sağlayacağı söylenebilir. Kamuoyuna yansıyan boyutlarıyla oldukça yüzeysel bir bağlamda yapılan bu tartışmalar, umulur ki, daha niteliksel bir çerçevede gerçekleşir. “Aşmak için anlamak şart” ilkesi gereğince, özellikle de kendisini İslamcı havzada konumlandıran yapıların/hareketlerin bu eseri enine boyuna tartışması, feminizm ideolojisine ilham veren değer sistemini(paradigmayı) anlaması, kavramsal çerçevesini (örneğin “eril faillik”,”hegemonya”,”patriyarka”,”heteronormatif”,”ev içi emek” vs.) öğrenmesi ve ardından vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alarak bu ideoloji hakkında beyanda bulunması, tabiri caizse put kırıcı bir söylemin mümessili olması, gerekir diye düşünüyorum.

Eserin giriş bölümünde 1918’de Mükerrem Belkıs’ın feminizm hakkında “en vasi cereyan” ifadesi dikkat çekiyor. Hatta Belkıs,döneminin en popüler ideolojisi olan sosyalizmin bile feminizm kadar vasi olmadığını öne sürüyor ve feminizmin “haksızlığı,müsavatsızlığı ve biçareliği kaldırarak…..ailelerde samimi bir muvazenet tesis etmek emelinde olduğunu” söylüyor.

Osmanlı’da feminizm sözcüğünün ilk kullanımı için,kesin olmamakla birlikte, 1899 tarihi veriliyor.1895-1908 arası yayınlanan “Kadınlara Mahsus Gazete” bu cereyanın(muhtemelen) daha önce de bilindiğini ve fakat ortaya çıkma fırsatı bulamadığını gösterir. Cumhuriyet modernleşmesinin ideolojik mimarı Ziya Gökalp’in(ki Mustafa Kemal “düşüncelerimin babası” Ziya Gökalp; “duygularımın babası” ise Namık Kemal’dir der.) “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde Türklerin “milli hars”ının zaten demokratik ve feminist karakterde olduğuna dair iddiası, feminizmin (dönem itibariyle) ne kadar etkili bir cereyan olduğunu göstermesi bakımından manidardır.

Ancak ilginçtir sosyalist çizginin feminizme öncülük etmeye başladığı 1970’li yıllardan sonra Cumhuriyetin elitist/kentli/üsttenci ve en önemlisi de Türkçü feminist çizgisi sorgulanmaya başlar. Seküler Kürtçü siyasal dilin mevzi kazanmasıyla birlikte “jineoloji(kadın bilimi)” adı altında çalışma başlatılır ve bu çalışma hem Gökalp’in doktrine ettiği Türkçü feminist dilin hem de Avrupamerkezci söylemin etkisinden kurtulmayı hedefler. Bunun için de Mezopotamya mitoloji kültüründen ilham almaya çalışır. Bir anlamda Dıpesh Chakrabarty’nin “Avrupayı Taşralaştırmak” düşüncesinden esinlenir.

Nasıl ki Gökalp, Türk milli harsının karakteristiğine vurgu yaparken müşrik Türk atalarından yardım aldıysa (aynısını) seküler Kürtçülük Mezopotamya’nın müşrik kodlarından “yüce kadın imgesi” türeterek yapmaya çalışır. Her iki yaklaşım da İslam’ı dışarıda tutmaya ve sadece bir kültür bileşeni olarak kabul etmeye yatkındır. Gökalp’ten ilham alan Cumhuriyet modernleşmesinin Türkçü kodları tarafından felç edilen zihinlerimiz, şimdi de Mezopotamya’ya has Gılgamış Destanı’ndaki erilliğin timsali tanrı Enkidu ile dişilliğin timsali tanrıça İnanna(İştar) arasındaki kavgadan ideoloji türetenler tarafından işgal edilecek.

Mübarek İslam’ın mükerrem öğretisinden ilham almak dururken, müşrik ataların tuğyanını allayıp pullayarak bu ülkenin Müslüman halkının zihinlerini kadavralaştıranlara karşı esaslı bir ilmi/entelektüel söylem ve bu söylemle mütenasip eylemlilik şart. Bunun yolu da vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham almaktan geçiyor.

 

28/01/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Derkenar(23)

Ebubekir Sofuoğlu adıyla maruf akademisyenin Türkiye üniversite gençliğini tahkir, tezyif ve takbih eden kaba, nezaketsiz, cahilce ve sorumsuzca açıklamasını muhafazakar zihnin "uçkur zabıtalığına" endeksli tasavvur dünyasının izleri bağlamında değerlendirmek mümkün... Genç kuşaklara hedef/ istikamet/mefkure/ ideoloji teklif etme ve bu teklife uygun eylemliliği inşa etme  sorumluluğunu yerine getiremediği için, meseleyi yalnızca " günah röntgenciliği" bağlamına hapseden bu sığ zihniyet, Türkiye gençliğinin " zihinsel istimlakine" katkı sunmaktan başka bir şey yapmıyor. Hatta farkında olmadan ( ya da olarak) seküler/liberal akımların etki alanını genişletiyor. Akademya, merakını/ilgisini/ tecessüsünü bu ülkenin gençlerinin "zihinsel sömürgesizleştir(il)me" sürecine katkı sunmak için kullanmak yerine "günah röntgenciliği" yaparsa vah bizim halimize...  Yüce İslam'ın istisnai ferdiyet manifestosunu, eminlik ilkesini, adalet öğretisini ve ilmî/ entelektüel derinliği salık veren yüce beyanını referans almak suretiyle " değer(ideoloji) üretimini" ve bu ideolojiye uygun eylemliliği inşa etmek dururken,  muhafazakarlığın kokuşmuş iklimine rıza gösterenlerin bu ülkeyi götüreceği yer Kemalistlerinkinden çok ta farklı değil.

 

19/12/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 
Daha Fazla İçerik...