okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün9
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2049
mod_vvisit_counterBu ay12280
mod_vvisit_counterHepsi1839289

Gerçeklerle Yüzleşmeden Gelecek İnşa Edilemez

 

Bilinen insanlık tarihinin son dört yüzyılı genelde Doğu toplumları özelde ise Müslümanlar için oldukça sancılı geçti. Benzerine daha önce rastlanmayan bir hızla akan tarihe yetişmek arzusuyla hareket eden Doğu, uzun süredir, içine düştüğü krizden nasıl kurtulacağının hesabını yapıyor. Modern tarihe yetişmek için çıkılan yolda “paradigmatik bir savrulma” yaşandı ve bu savrulmanın etkileri bugün bile devam ediyor.1492 den sonra değişen tarihin seyri, Müslüman toplumları edilgenleştirdi. İber Yarımadası’nın İslam’dan arındırılmasıyla başlayan bu sürecin modern dünyanın inşasına giden yolda kritik bir eşiği temsil ettiğini söylemek zannediyorum abartı olmaz. Aynı dönemde dünyanın farklı yerlerinde imparatorluklar bünyesinde hayat süren Müslüman toplumların tarihin bu kritik eşiğinden ne düzeyde haberdar olduğuna dair geriye dönük bir projeksiyon tutulduğunda karşımıza çıkan manzara kabaca şöyledir: Osmanlı-Safevi-Memlük-Babür hanedanlıkları arasında bölünmüş olan Müslüman toplumlar egemenlik arzusu, merkezileşme kaygısı ve tüm Müslümanların temsilcisi olma gayesiyle kendi aralarında ciddi sayılabilecek kavgalarla meşguldürler. En güçlü imparatorluk olan Osmanlı’nın gerek Safevilerle gerekse Memlüklerle girdiği savaş bir yandan imparatorluk bünyesinin kırılganlaşmasına sebep olurken, diğer yandan İber Yarımadası’nda başlayan ve çok değil iki asır sonra başta Osmanlı olmak üzere diğer imparatorluk toplumlarını etkisi altına alacak olan Rönesans/reform sürecinden yeterli düzeyde haberdar olunmasına engel teşkil etmiştir. İlmi /entelektüel alanda üretim eskisi kadar olmasa da devam etmektedir fakat ciddi bir tecessüs zafiyeti de söz konusudur İslam dünyasında.1500’lerin ortalarında başlayıp 1600’lerin başına kadar devam eden İstanbul merkezli Kadızadeliler-Sivasiler gerilimi dönemin atmosferini anlamak için dikkat çekicidir. İber Yarımadası’nda tarihin en radikal kırılmalarından biri yaşanırken İstanbul uleması camilerin minare boyu,hz.peygamberin(s.a.v) anne-babasının imanı,selam verirken öne eğilmenin gerekli olup olmadığı gibi oldukça yüzeysel konularla meşguldür.16.yüzyılın ortalarında Avrupa ülke/lerine tanınan ekonomik imtiyazlar(kapitülasyonlar) imparatorluk bünyesindeki zaafların görünürlüğü açısından önemlidir. Nitekim 18.yüzyıla gelindiğinde kapitülasyon imtiyazıyla semiren Avrupa’nın Memlük yadigarı Mısır üzerinde kurduğu tahakküm,Osmanlı’nın da kaderine etki edecektir. Modernleşme tecrübesi itibariyle Osmanlı’yı bile geride bırakan Mısır, bugün itibariyle, maruz kaldığı kolonyal müdahalenin ördüğü çitlerin dışına çıkma iradesine sahip değildir. Benzer tecrübeyi Osmanlı bakiyesi olarak Türkiye de yaşayacaktır. Çitleri aşma iradesi göstermedikleri sürece İslam Dünyasının bu iki kadim kültürünün dirilişi mümkün değildir.

İslam,Nigel Clıff’in ifadesiyle, tarihe bir yanardağ püskürmesi gibi girdi. Oldukça kısa sayılabilecek bir sürede küreselleşti. Müslümanlar, yaslandıkları hakikat telakkisinin ulviliğinden ve yeganeliğinden zerrece şüphe etmediler. Bu nedenle karşılaştıkları bütün kültürlerle hiçbir komplekse kapılmadan alış-verişte bulundular. Hint-İskenderiye-Rey(İran)-Cundişapur-Yunan ilim havzalarından yapılan aktarım, ilmi çabayı oldukça önemseyen ve entelektüel bağımsızlığı salık veren İslam açısından çok büyük bir sorun olmadı. Usul disiplinlerinin tesis edilmiş olması ve bağımsız entelektüel havzaların varlığı(özellikle itizal ekolünün çabasını burada zikretmek gerek) bu karşılaşmanın kolay aşılmasını sağladı. Ancak Doğudan Moğol, Batıdan Haçlı saldırıları İslami bünyeyi oldukça derinden yaraladı. Kudüs’ün, Bağdat’ın, Buhara ve Semerkant’ın düşmesi moral/motivasyon açısından yıpratıcıydı. Ancak bu darbe de uzun sürmedi. Haçlı-Moğol ittifakının gerçekleşememesi ve Moğolların bir nesil sonra İslam’a girişleri sürecin tersine işlemesine sebep oldu. Gazali-Melikşah-Nizam-ül Mülk üçlüsü öncülüğünde teşekkül ettirilen Nizamiye medreseleri bir yandan Anti-Şii bir doktrin geliştirirken diğer yandan Sünniliğin teorik çerçevesini tahkim etti. Kriz döneminde ortaya çıktığı için savunmacı bir perspektifle hareket eden bu medrese geleneği Osmanlı’ya miras kalacaktır. Müslüman toplumlar için en kritik süreç ise modern dönem olarak adlandırılan ve yazının girişinde de işaret etmeye çalıştığım 1492 sonrasına ilişkindir. Müslümanlar bu dönemin ortaya çıkardığı sonuçlara yaklaşık iki asırdır doğrudan muhatap olmakta ve bu sorunların üstesinden gelmek için çaba sarfetmektedir.Hem bugünü hem de geleceği bu çabanın niteliği belirleyecektir.

Modern dönem yeni bir bilgi sistemi üzerine kuruldu. Bu sistemin inşasında Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesi etkili oldu. Kiliseye karşı burjuva öncülüğünde yürütülen mücadele,doğal olarak,seküler bir bilgi teorisini sistemleştirdi.En büyük feodal güç olan kilisenin kan kaybetmesi sekülerliğin zaferi olarak kodlandı.Latin emperyalizmine karşı mücadele ederek yerel ulus dillerini/kültürlerini öne çıkaran ve böylece Katolik ümmetçiliğini mağlup eden burjuva öncüğündeki Avrupa Hıristiyanlığı yeni bir dünyaya adım atacaktır. Yaklaşık dört asırdır küre ölçeğinde etkili olan modern paradigma bu dünyanın ürünüdür. Modern paradigmanın en bariz özelliği seküler bilgi temelinde kurulmuş olmasıdır.Çünkü tanrının temsilciliğini üstlendiğini iddia eden bir yapıyla(Kilise) mücadele ediyordu. Bilimsel ilerlemenin önünde engel olarak görülen Katolikliği mahkum etmek ve tanrı temsilcisi olduklarını iddia eden din adamları sınıfını tarihin çöplüğüne göndermek amacıyla sığınılan emin(!) bir liman olarak sekülerlik, modern dönemin alamet-i farikası olacaktır. Dolayısıyla 19.yüzyıldan itibaren sistematik olarak modern bilgi sistemini ithal eden Müslüman toplumlar büyük bir krizle karşı karşıya kaldılar. Çünkü inanç sistemlerinin seküler perspektifle barışık olması mümkün değildi. Benzer sorunu Çin-Hint-Japon-Rus kültürlerinin Müslümanlar kadar derinden yaşamadığını söyleyebiliriz. Çünkü bu toplumlar her ne kadar geleneksel kodları güçlü toplumlar olsalar da,din anlayışları kurumsal ve/veya belli bir din adamları sınıfı tarafından temsil edildiği için sekülerliğe meyyaldiler. Bu nedenle modernliğe daha kolay intibak sağladılar. Dolayısıyla bugün Japon modernleşmesinin ulaştığı nokta üzerinden Müslüman toplumların modernleşme tecrübelerini karşılaştırmak, kanaatimce, hatalıdır. Yine Çin ve Hint kültür havzalarının modern paradigmayla barışık bir tutum takınmaları da bünyelerinin sekülerliğe müsait oluşuyla alakalıdır. İslam, kurumsal bir temsiliyete sahip olmaması ve bir din adamları sınıfından beri olması sebebiyle seküler bilgi sistemiyle uzlaşamazdı. Bu durumda modern paradigmayla karşılaşma sürecinden en ağır hasarla çıkan toplum/lar hiç şüphesiz Müslüman toplumlar oldu. İtikatlarının rehberlik ettiği hakikat telakkisinin sosyal gerçekliğine göre (bu gerçekliği inşa ederken kimi eksiklikler olmuş olabilir elbette…) yaşarken, bir anda inançlarıyla/itikatlarıyla bağdaşmayan bir hakikat telakkisine ve bu telakkinin sosyal gerçekliğine mahkum oldular. Böylece itikadi bir varoluşun öznesi olmaktan çıkıp modern paradigmanın dayattığı gerçekliğin nesnesi olarak var olmaya başladılar. Bu durumdan nasıl kurtulacaklarına ilişkin, Türkiye özelinde konuşacak olursak, henüz bir hazırlıklarının olduğu söylenemez. Hatta seküler bilgiye ünsiyet kesbettiklerini söylemek bile mümkündür. İslam,direnişini devam ettirirken,Türkiye özelinde Müslümanlar sekülerlikle barışık bir tutum takınmaya doğru evirildiler ve evirilmeye devam ediyorlar.

Seküler bilgiyle ünsiyet kesbetmenin iktisadi alandaki yansıması kapitalist/neo-liberal değerler sistemi oldu. Küreselleşmenin de etkisiyle Müslüman toplumları etkisi altına alan bu iktisadi düzen,geleneksel kültürlerin ihtiyaç nispetinde üretim stratejisini tersine çevirerek, ihtiyacın kat be kat fazlasını üretme ve bu fazlayı tüketebilecek pazar yaratma üzerine kuruludur. Kullanma değerini değil değişim değerini merkeze alır. Amaç sürekli üretim ve tüketimdir. Bunun için ham madde kaynaklarını tekelleştirmeyi, iç gücünü ucuzlaştırıp piyasa egemenliğini sağlamayı ve üretim araçlarına hakim olmayı yeğler. Her şeyi metalaştırır ve ahlaki değerleri de bu metalar üzerinden tanımlar. Amaca ulaşmak için her yolu mubah sayar. Ana gayesi kazanmaktır. Azgın bir rekabetçilik ortamı yaratarak daha küçük ölçekli iş alanlarını zayıflatır ve zamanla yok eder. İhtiyaç tanımını yeniden yapar ve aslında ihtiyaç olmayan ürünleri “zaruri ihtiyaç” mış gibi göstererek tüketimi kamçılar. Reklam aracılığıyla kendisini olduğundan farklı gösterir. Bankalar aracılığıyla “sanal” alım gücü algısı oluşturarak tüketimi sürekli kılar. Taksitli alışveriş yöntemini, “alışveriş bağımlılığı” için kullanır ve insanların geleceğini satın alır. Bu bağlamda, içinde Türkiye’nin de bulunduğu ve Çin-Japonya-Singapur-Malezya gibi geleneksel kodları güçlü ülkeleri de içine alan bir ultra-kapitalistleşme sürecinden bahsedilebilir. Çin’in “devlet kapitalizmi” ni içselleştiren perspektifi yeni bir yayılmacılığın habercisi olarak okunabilir. İkinci dünya savaşı sonrasında uluslaşma serüvenine başlayan Afrika ise henüz doğrudan sömürge sisteminden bile kurtulmuş sayılmaz. Afrika’nın yeni yayılmacılığın üssü olarak öne çıkması bu kıtanın geleceğin dünyasında da sömürge merkezi olacağı anlamına gelir. Sömürgeci bilgiye maruz kalan toplumların, sömürgecilik öncesi değer sistemlerine yaslanarak yeniden tarih sahnesine çıkmaları oldukça zor görünüyor. Bu bağlamda Çin, Hindistan, Japonya gibi “sömürgeleştirilmiş” kadim kültürlerin paradigmatik anlamda geleceğin dünyası için söyleyebilecekleri çok fazla şeyleri olmadığı kanaatindeyim.

Asya ile Avrupa arasında köprü olarak nitelenen Türkiye için durum daha da karmaşıktır. Köprü olma vasfı nedeniyle Türkiye ne doğuya ne de batıya aittir. Kültürel hareketliliğin ve geçişkenliğin ana arterlerinden biri olarak işlevini yerine getirmektedir. Yaklaşık iki asırdır doğu ve batı emperyalizmi arasındaki gerilimi “lehine kullanma” stratejisi nedeniyle oldukça pragmatik bir siyasal dil ve kamuoyu icat etmiştir. Fransız İhtilali’nin kavramsal ve kurumsal çerçevesine ve aydınlanma aklının rehberliğine sadık siyasal dili nedeniyle melez kimliklerin ve amorf kişiliklerin üremesine müsaittir. Bilgi sistemi olarak aydınlanma felsefesinin çizdiği çerçeveye (özellikle sosyal ve siyasal bilimler alanında) sadakatle bağlı bir akademik havzaya sahiptir.Aydınlanma felsefesi bilgiyi seküler, rasyonel, bilimsel bir bağlama hasrederek bu bağlam dışındaki her tür bilgiyi ya yok sayıyor ya da tarihsel bir bağlama hapsediyor ve “araçsal aklı” yüceltiyor. Araçsal akıl bütün bir hayatı matematiğin diliyle anlamaya çalışıyor ve her şeyi niceliksel bağlama hapsediyor. Sayının ve ölçünün konusu olmayan-olması da mümkün olmayan- niteliksel bilgi, tutum ve tarz ötekileştiriliyor. Böylece Müslümanlar açısından mutlak hakikati temsil eden “vahiy bilgisi” ve vahyin mücessem hali olan nübüvvete ait bilgi, bilimsel olmadığı gerekçesiyle itibarsızlaştırılıyor. Dolayısıyla vahiy, kamusal alana müdahil ol/a/mayan ve sadece bireysel vicdana hapsedilmiş bir “manevi tatmin vasıtası” olarak kabul ediliyor. Kur’an, mutlak hakikat olmasına rağmen, kamusal alanın tanziminde “referans” olarak kabul edilmiyor. İktisadi, içtimai, siyasi, hukuki, felsefi,bilimsel alanlar bütünüyle seküler bilginin rehberliğinde şekilleniyor. Kur’an’ın bu alanlara dair beyanı görmezden geliniyor. Artık Müslümanlar bile Kur’an’ın 21.yüzyılın dünyasına hitap edemeyeceğine inanıyor ve onun sadece vicdani bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiği tezini ileri sürüyor. Kur’an’ın kavramları kamusal alandan çekilmek zorunda kalıyor. Müslüman bir ülkede Kur’an’ın kavramsal meşruiyetini kaybetmesinden daha vahim bir şey olamaz. Böyle olduğu içindir ki seküler/kapitalist değerler sistemi meşruiyet kazanıyor.Kapitalist/neo-liberal değerlerin hakim olduğu toplumlar pragmatik ve oportünist bir tutumun mümessili olurlar. Bu bağlamda Müslüman toplumların, küreselleşen kapitalist iktisadi düzene karşı müteyakkız olmalarını temin edecek bir çabaya ihtiyaç var. Sürekli büyüme ve gelişme klişeleri etrafında sürdürülen manipülasyonları deşifre edecek sorumlu entelektüellere her zamankinden daha fazla iş düşüyor.

Siyasal alanda ulus-devlet paradigması, Müslüman toplumların hem bugününü hem de geleceğini tahrip eden bir muhtevaya sahiptir.20.yüzyıl, imparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği ve yerine ulus-devletlerin geçtiği bir dönem olarak belirginlik kazandı. Ulus-devlet, mekanı ve içinde yaşayanları belli bir etnik kimlik ve bu kimliğin kültürel kodlarına uygun din diliyle şekillendirme amacına hizmet etti. Dini,kültürün bir bileşeni olarak kodladı ve tek boyutlu/tek ufuklu bir çerçeveyi dayattı. Homojenleştirici karakteri gereğince sınırları içindeki tüm farklılıkları tehdit olarak gördü ve merkezde konumlandırdığı kimlik ekseninde bu farklılıkları ya kendisine benzetti ya da ötekileştirdi ve kriminalize etti. Neredeyse bütün Müslüman toplumlar ulus-devlet belasıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Ulus-devlet, tekeline aldığı bilgiyi okulları aracılığıyla kamuoyunu endoktirine etmek için kullandı. Katolik ümmetçiliği mağlup etmek için Protestanlığın takındığı tavrı tanımlayan “vatanseverliği” makbul vatandaş olmanın yegane ölçütü olarak konumlandırdı. Üzerinde tanrı buyruğunun egemen olmadığı sınırları belli toprak parçası olarak literatüre giren “vatan” kavramını merkezileştirdi.“Yerlilik ve millilik” klişeleri aracılığıyla ümmet perspektifini zaafa uğrattı ve kontrol ettiği Müslüman toplumları birbirlerine karşı konumlandırdı. Böylece milli dinler ortaya çıktı. Türk İslam’ı, Kürt İslam’ı, Arap İslam’ı, Fars İslam’ı gibi kategoriler bu perspektifin sonucu olarak tebarüz etti. Yerlilik ve millilik olguları gerçeklerle yüzleşme cesaretimizi ortadan kaldırdığı gibi yanıltıcı iyimserlikler biriktirmemize sebep oldu.İslam’ın evrensel/cihanşumul ufkunu daralttı ve kültürün sığ sularına hapsetti.Evrensel bir misyonla hareket etmesi gereken Müslüman’ı yerelin/taşranın dar ve ufuksuz bağlamına hapsetti.Ulus-devletin vatan,toprak,sınır,kültür,etnisite,üniterlik,milli kimlik,şanlı tarih gibi kutsallarının tebcil edilmesinin önünü açtı.İtikadi bir varoluşun öznesi olmak yerine,kültürel bir varoluşun nesnesi olmayı dayattı.Öyle ki Müslümanların tarihsel tecrübeleri ve düşünsel gelenekleri bile kategorik bir ayrıma maruz bırakıldı/bırakılıyor.Türkler için Hanefi-Maturidi gelenek, Kürtler için Şafi-Eş’ari gelenek,Araplar için Hanbeli-Selefi gelenek,Farslar için,Şii-Caferi gelenek gibi tasnifler yapılarak İslami bütünlük parçalandı.Halihazırda Müslüman toplumlar bu tasniflere göre tanımlanıyor ve ulus-devletler bağlamında cari olan kategorik ayrımlar meşrulaştırılıyor. Böylece İslam’ın itikat eksenli birliktelik önerisi yerine milli kimlikler özelinde bir birliktelik biçimi öne çıkarılarak bir anlamda cahiliyenin değerleri hakim kılınmaya çalışılıyor. Müslüman toplumlar ulus-devletin bu tektipleştirici doğasıyla gerçek anlamda yüzleşmedikçe gelecek adına umutlu olmak oldukça zordur. Ulus-devletler mevcudiyetlerini garanti altına almak için din dilini amansızca istismar etmekten çekinmiyor.

Örneğin,1979 devrimiyle paradigma dışı bir varoluşun imkanlarını göstererek önemli bir alan açan ve fakat sonraları kendisini Şii-Safevi bağlama hapsederek evrensel İslami bilince yabancılaşan ve ulus-devlet refleksine sığınan İran, Suriye’de ki varlığını ve işlediği cürümleri İslam’ın Şii yorumu üzerinden meşrulaştırmaktadır. Tamamen ulusal çıkarlarla hareket etmesine rağmen “Seyyide Zeynep” ve “Yezid’in Dölleri” retoriği üzerinden kendi kamuoyunu konsolide etmektedir. Benzer durum Türkiye için de geçerlidir. Ulusal çıkarlarının gereği olarak başlattığı askeri harekatları “cihad” ve “fetih” söylemi etrafında meşrulaştırma çabası, din dilinin ulus-devletin amaçları doğrultusunda nasıl araçsallaştırıldığını göstermesi bakımından manidardır. NATO’ya dahil olmak için Kore’ye asker gönderdiğimizde de dönemin kimi ulu hocaları “pagan(putperest) Kore’ye karşı ehl-i kitap olan Amerika’ya yardım etmenin caiz olduğunu” iddia edecek, delil olarak ta Rum suresini göstereceklerdi. Bugün Körfez Krallıkları’nda ve Mısır’da Türkiye’nin attığı adımların “Neo-Osmanlıcılık” özelinde değerlendirilmesi de tipik bir ulus-devlet refleksi olarak öne çıkar. Arapların yeniden Osmanlı kontrolüne girmesinin tehlikelerine işaret eden bu refleks, ümmet bilincinin zaafa uğramasından başka bir şeye hizmet etmiyor. Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapıyor olmasından dolayı İslam dünyasındaki yeri daha özel olan Suud’un küresel istikbarla iş tutması bu zaafları daha da derinleştiriyor. Ayrıca Filistin davasına ihaneti ve Neo-Selefilik aracılığıyla İslamafobik söyleme yaptığı katkı da cabası…Her yıl milyonlarca Müslüman’ın ziyaret ettiği Mekke ve Medine gibi aziz beldelerin Suud tasallutundan kurtarılması ve buraların Müslüman toplumların temsilcilerinden oluşan bir heyetin emrine verilmesi Müslümanların geleceği açısından hayatidir. Ümmetin tüm renklerinin doğal olarak her yıl buluştuğu bu beldeler, evrensel İslami söylemin ve siyasal bilincin gelişimine katkı sunabilir. Suud, sahip olduğu ekonomik zenginliği ümmetin ihyası için değil imhası için kullanıyor. Mısır ve Pakistan üzerinde kurduğu ekonomik tahakküm sayesinde coğrafyasının çok ötesinde bir etkiye sahip olabiliyor. İran hassasiyeti sebebiyle bütün bir körfezi harekete geçirebiliyor ve vekalet savaşlarına öncülük edebiliyor. Suud ve İran’ın vekalet savaşının sadece Yemen’de sebep olduğu acı ve yıkım tarifsizdir. Bu gerilim hattı küresel sistemin de çıkarlarına uygun olduğu için sürekli besleniyor. Her iki ülke de kendi kamuoylarını ikna etmek için kültürel kodlarını ve mezhebi argümanları öne çıkarıyor.Böylece bölge sürekli bir istikrarsızlığa mahkum oluyor. Suriye’de yaklaşık sekiz yıldır devam eden savaşta da bu gerilim hatlarının etkisini görmek mümkün. İhvan Hareketini ortak düşman olarak belirleyen Suud ve İran, Nusayri Baas diktatörlüğüne can suyu olmuşlardır. Suud’un küresel istikbarın ekmeğine yağ süren tavırları bölgedeki istikrarsızlığı daha da arttırmıştır. Suriye’deki savaş bitse de etkileri gelecek yirmi yıl boyunca devam edecektir. Bağdat’tan sonra Şam’ın da yağmalanması Müslüman muhayyilesinde onarılması güç tahribatlar yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir.

Ulusal refleksin sömürgeleştirdiği beldeler arasında Türkistan’ı da saymak gerekir. Stalin döneminde kültür emperyalizmine maruz kalan ve Kiril alfabesine mahkum olan Türkistan havzası Rusya ve Çin arasında paylaşılmış vaziyettedir. Büyük çoğunluğu halen Sovyet Politbürosu tarafından idare edilen Türkistan havzasındaki katı laiklik uygulaması İslami görünürlüğü zayıflatmıştır. İkinci dünya savaşında Sovyet ve Alman saflarında lejyonerlik yapan ve binlercesi savaş ve sürgünde ölen Müslüman Türkistan halkı, 1991 de Sovyetler dağıldıktan sonra her ne kadar bağımsızlıklarını kazanmış görünseler de Sovyet etkisi devam etmektedir. Türkiye’ye en yakın görünen Azerbaycan’ın halen KGB kökenli bir ailenin idaresinde olması bunun göstergesidir. İslam’ı, Çin kültürel kimliğinin uyumlu bir parçası haline getirmek (yani bir tür Çin İslam’ı icat etmek) için Uygur Özerk bölgesinde asimilasyon hareketine hız veren Çin, Türkistan’ın sömürgeleştirilmesi sürecinde Rusya’yla ortak paydada buluşabilmektedir.

Müslüman toplumların bugününü esir alan ve şayet gerçek anlamda yüzleşilmezse gelecekte de edilgenleştirici etkisi devam edecek olan “işraki din dili” teşrih masasına yatırılmalıdır. Küresel sistem bir yandan Suud tarafından temsil edilen Neo-Selefilikle,İran eksenli Şiilik arasındaki gerilimi kendi lehine kullanırken;diğer yandan da İşraki geleneğin edilgenleştirici perspektifini özendiriyor. Türkiye’de Celalettin Rumi’nin bu bağlamda araçsallaştırıldığını söylemek sanırım yanlış olmaz. İşraki gelenek dini sadece sezgi, ilham ve rüya odaklı bir bağlama hapsediyor ve bilgiyi de içsel/batıni/ezoterik usulle elde edeceğine inanıyor. Akli çabayı tahfif ediyor ve muhatabını zihnen kadavralaştırıyor. İslam’ın müstesna şahsiyet manifestosunu tahrip ediyor ve kayıtsız-şartsız itaat istiyor.Siyasal bilinci zayıflatıyor ve hatta, işrakiliğin önemli üstatlarından Said Nursi’de görüleceği üzere ,siyaseti “kendisinden Allah’a sığınılan” bir alan olarak görüyor.Dinin iktisadi,ictimai,siyasi,hukuki,edebi,felsefi,sanatsal vb. bütün bir hayatı tanzim eden özelliği ıskalanarak sadece bireyin manevi yolculuğu bağlamı öne çıkarılıyor. Bu yolculuğun da “kutsal adamlar” aracılığıyla gerçekleşeceği iddia ediliyor. Bu kutsal adamlar (isimleri kültürlere göre değişmekle beraber yaşadığımız coğrafyada şeyh,mürşit,gavs,seyit,üstad-ı azam vb.isimler alıyor) yorum tekelini elinde tutuyor ve tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir din adamları sınıfı oluşturuyor.Kutsallıkla mücehhez oldukları için eleştiriden muaf tutuluyorlar.Merkezde yer alan bu tek adamlar,her türlü çirkefliği ve işbirliğini yapabiliyor ve bu yaptıklarını da (genellikle) din dilini kullanarak meşrulaştırıyor.Dünyevi alanı ıskalayan bu adamlar dinin içsel bir yolculuk olarak tecrübe edilmesine,bir tür manevi tatmin vasıtası olarak algılanmasına vesile oluyor.Kolonyalistler bu din dilini oldukça önemli görüyor ve emellerine ulaşmak amacıyla destekliyor.Mısır’da Mursi’ye karşı gerçekleştirilen darbeyi işraki geleneğin temsilcileri ve resmi ulema havzası Ezher destekledi.Yakın zamanda Türkiye’nin başına bela olan FETO’nun da işraki gelenekten beslendiğini hatırlamak gerekiyor. Bu yapının en güçlü olduğu havzaların Türk kültürünün yaygın olduğu yerler olması dikkat çekicidir. Türk kültürünün İslam öncesinden itibaren mistik/ezoterik/Batıni olana yatkınlığı işraki geleneğin daha kolay içselleştirilmesini sağlamıştır. Ancak ne hazindir ki,FETO işrakilik bağlamında neredeyse hiç tartışılmamıştır. Türkiye de onlarca ilahiyat fakültesi olmasına rağmen işraki geleneğin FETO ve benzeri yapılar tarafından nasıl meşrulaştırıldığı teşrih masasına yatırılmamıştır. Çünkü yatırılması halinde sadece FETO değil neredeyse bütün tarikat havzalarının bir şekilde işraki gelenekle içli dışlı olduğu görülecektir. Bu gelenekle yüzleşebilmek için İslam’ın şahsiyet manifestosunu billurlaştırmak ve müteşerri bir tutumun, tavrın ve tarzın mümessili olmayı göze almak gerekmektedir. Vaktiyle Libya, Sudan ve Kafkasya‘da direniş örgütleyen irfani geleneği ise bu bağlamın dışında tutmak gerekir.

 

Kamil ERGENÇ

 

NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin şubat 2020 sayısında (306.sayı) aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1-Pierre-Jean Luizard/İslam Topraklarında Otoriter Rejimler/Çev.Egemen Demircioğlu/İstanbul Bilgi Ünv.Yay./1.Baskı/İstanbul-2013

2-William L.Cleveland/Modern Ortadoğu Tarihi/Çev.Mehmet Harmancı/Agora Yay./1.Baskı/Haziran-2008

3-Homa Katouzian&Hüseyin Şahidi/21.Yüzyılda İran/Çev.Pınar Güven/Sitare Yay./1.Baskı/Mayıs-2011

4-Mehmet Ali Büyükkara/Çağdaş İslami Akımlar/Klasik Yay./2.Baskı/2016

5-Türkistan Kaygısı:Doğu Türkistan’ın İlk Devlet Başkanı Alihan Töre’nin Hatıratı/Çev.Dr.Oğuz Doğan-Dr.Kutlukhan Şakirov/Tarih&Kuram Yay./1.Baskı/Şubat-2019

 


AddThis
 

Yorum ekle