okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün167
mod_vvisit_counterDün877
mod_vvisit_counterBu hafta1406
mod_vvisit_counterBu ay9490
mod_vvisit_counterHepsi1850270

Kimler Sitede

Şu anda 14 ziyaretçi çevrimiçi

Derkenar (30)

20.Milli Eğitim Şurası’nın, 1-3 Aralık 2021 tarihleri arasında toplanacağını bizzat Reis-i Cumhur açıkladı. Bu şuranın Türkiye’nin eğitim ufkuna yeni ufuklar açacağına olan inancını da ekleyerek… Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer de, şuranın ana başlığının “eğitimde fırsat eşitliği” olduğuna dikkat çekti ve (bu şurada) üç ana konuda ihtisas komisyonu kurulacağını beyan etti. Bunlar;

a)Temel Eğitimde fırsat eşitliği

b)Mesleki eğitimin iyileştirilmesi

c) Öğretmenlerin mesleki gelişimi

Şüphesiz önemli başlıklar… Ancak şimdiden bu şuranın ölü doğacağını (yani Reis-i Cumhurun dediği gibi Türkiye’nin eğitim ufkunu açmayacağını bilakis teknik-bürokratik ayrıntılar içinde boğulacağını) sorumlu bir eğitimci olarak söylemek zorundayım. Çünkü gündeme alınan başlıklar eğitim sistemimizin “esas (yani birincil) meseleleri” değil.Ancak şaşırmıyoruz…Cumhuriyet tarihimizde (bugüne kadar) yapılan 19 (yazıyla on dokuz) milli eğitim şurasının gündem maddelerini tek tek inceledim. 1921-1926 heyet-i ilmiye çalışmalarından 2014’e gelinceye kadar icra edilen milli eğitim şuralarının ana gündemleri genellikle; teknik ve mesleki eğitimin sorunları, müfredat tadilatı(kozmetik anlamda), öğretmen yeterlilikleri, mektep istatistikleri vb. gibi idari/bürokratik konulardır. Yaklaşık iki asırdır maruz kaldığımız zihinsel sömürgeleşmeye dair bir tek gündem yoktur.(merak edenler ilgili şura raporlarına şuradan ulaşabilirler.https://ttkb.meb.gov.tr/www/gecmisten-gunumuze-mill-egitim-sralari/icerik/328) Teknik/sınai/endüstriyel alanda Avrupa'nın bugününü kendi yarınımız yapmak adına Tanzimat’tan bu yana takip edilen mühendis-iktisatçı aklı hala revaçta…Bu sebeptendir ki, oldukça yetenekli teknik adamlarımız/kadınlarımız olmasına rağmen, ilmi/entelektüel derinlik sahibi insan kıtlığı yaşıyoruz. Neredeyse bütün milli eğitim şuralarının teknik-mesleki eğitim başlıklı gündeminin olması başka nasıl açıklanabilir? ( Not: Bu başlık/lar olmasın demiyorum. Elbette ki bir ülkenin mesleki-teknik eğitimini masaya yatırması çok mühimdir. Fakat aynı ihtimamı sosyal bilimler alanında da göstermek lazım gelir kanaatindeyim.)

 

Piramitler Ülkesinin Sıra Dışı "First Lady" si: Cihan Sedat

    

9 Temmuz 2021 de hayata gözlerini yuman Cihan Sedat, modern Mısır tarihinin en dikkat çeken simalarından biridir… Mısır’ın hem İngiliz sömürüsü altındaki hem de bağımsızlık sonrası dönemine yakından tanıklık etmiştir. Cemal Abdünnasır’dan sonra devlet başkanı olan Enver Sedat’ın eşi olması onu daha da ayrıcalıklı kılmaktadır. Çünkü yaklaşık 11 yıl (1970-1981 arası ) “first lady” olarak ülkesini temsil edecektir. Enver Sedat İsrail’in Ortadoğu’da meşruiyet kazanmasına fırsat veren 1979 tarihli Camp David anlaşmasının mimarıdır. Öyle ki bu anlaşma O’nun sonu olacaktır… Mısır için tarihi önemi olan 6 Ekim kutlamalarında kendi ordusundan bir grup subayın saldırısına uğrayacak ve hayatını kaybedecektir… Tarih 1981’dir… Suikast anında Cihan Sedat’ta eşinin biraz uzağında çocuklarıyla beraber gösterileri izlemektedir…

Cihan Hanım 1933’te İngiliz bir anneyle Mısır’lı bir babanın üçüncü çocuğu olarak Kahire’de dünyaya gözlerini açıyor. Babası Safvet Rauf İngiltere’de tıp tahsilini ikmal ederken,müzik öğretmeni olan annesi Glady Charles Cotrel ile tanışıyor. Aileden hiç kimse bir yabancıyla evlenmediği için Safvet Bey’in babası bu evliliğe sıcak bakmıyor. Ancak “aşk”, geleneği mağlup ediyor. Düğün Liverpol’da yapılıyor ve aile üç yıl sonra, kucaklarında ilk çocuklarıyla beraber, Mısır’a geliyor…(1) O yıllarda Mısır İngiliz sömürüsünde… Binlerce İngiliz askeri, hükümeti koruma bahanesiyle Mısır’da bulunuyor. Ülke ekonomisi İngiliz-Fransız şirketlerinin ellerinde… Kavalalı Hanedanı’ndan Kral Faruk idaresi kendi istikbali için ülke çıkarlarını İngiltere’ye peşkeş çekmiş. 1869’da tamamlanan Süveyş Kanalı’ndaki Mısır hisseleri bile borçlara karşılık olarak İngilizlere verilmiş. Ülke fiili olarak Kraliyet Temsilcisi Lord Cromer’in kontrolünde.

 

Akışkan Kimliklerin Korunaksız Kalesi:Deizm

Umran Dergisi’nin 317.sayısında yer alan “Gösterişli Yalanlarla Barışık Yaşamak” başlıklı yazı’mda Türkiye kamuoyuna yutturulmaya çalışılan “gençlerin deizme yöneldiği” yalan dolmasına dikkat çekmiş, genç kuşakların yönelimini tespit sadedinde ortaya atılan ve hatırı sayılır oranda alıcısı olan bu yalanın gerek deizmin vahiy ve nübüvveti inkar eden teorik muhteviyatının, kültürel kodlarında İslam’ın rengi bariz olan Türkiye gibi bir ülkede, içselleştirilmesinin mümkün ol(a)mayacağı gerekse genç kuşakların zihinsel formasyonlarının henüz deistik çıkarımlarda bulunacak yetkinlikte olmadığı gerekçesiyle itiraz etmiştim. Bu yazıda da itiraz etmeyi sürdüreceğim.

 

Eleştiriye Dair

Eleştiri(critique) Yunanca hukuk terimi “krisis” ten türemiş bir sözcük.(1) Yunan kent devlet (polisin) düzeninin vatandaş tarafından bozulması sonrası oluşan hasarı tamir faaliyeti bağlamında kullanılmış… Sözcüğün içeriği Yunan aklının düzen esaslı işleyişinin izlerini taşır. Polisin hiyerarşik düzeninde meydana gele(bile)cek sorunların(krizlerin) üstesinden gelmeyi betimler. Burada üstesinden gelme sürecinin “tamir” manasında kullanılması “düzen” fikrinin mekanik doğasıyla ilişki kurarak anlaşılabilir. Toplumu kompartımanlara ayırarak tanımlayan “Yunan aklı” , eleştiri sözcüğünü de bu kompartımanlar arasındaki hiyerarşinin hasar alması bağlamında kullanır. Aydınlanma paradigmasına da ilham verecek olan Yunan aklı, halihazırda modern sosyolojinin toplum incelemelerine de kaynaklık eder. Bu zaviyeden bakıldığında eleştiri “hasar tamiri” olarak okunabilir. Ancak sözcüğün sosyolojiyle ilişkili bu içeriği sabit kal(a)mamış. Kültürün dinamik doğası sözcüklerin anlam dairelerinin genişlemesine, daralmasına, olgunlaşmasına ya da bütünüyle ortadan kalkmasına imkan tanır. Eleştiri(critique) sözcüğü de tarihsel süreç içerisinde değişime uğrayarak, tıp literatürünün merkez kavramlarından biri olmuş. Hastalıkların seyrini ifade sadedinde kullanılan “kritik eşik” te olduğu gibi… Dikkat edilirse burada da marazi bir durumun ifadesi bağlamı söz konusudur. Değişen ise toplumsal bir sorunun değil bireyin hastalığındaki gidişatın iyi yönde olmadığının ifadesidir. Eleştiri (critique) her halükarda cari bir “sorun” ve bu sorunun “tamiri” bağlamındaki anlam içeriğini muhafaza etmiştir.

 

Derkenar (29)

Temmuz Dergisi dikkat çekmiş olmasaydı “sinemanın Müslüman duruşlu sakin gücü” senarist/yönetmen Salih Diriklik’i tanıyamayacaktım. Kültür hayatının “yumuşak gücü” olarak tarif edilen sinema aracılığıyla Müslüman mahallesinin görsel sanatlar ufkunu açan Salih Diriklik 1951 İstanbul doğumlu… İstanbul İmam Hatip Okulu mezunu… 1969‘da tıp fakültesini kazandığında bile çocukluğundan beri ilgi duyduğu sinemayla ilişkisini devam ettirir.Henüz İmam Hatip’te okurken Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanından uyarlanan ve Yücel Çakmaklı’nın çektiği “birleşen yollar” filmi hakkında yazdığı yazıyı okulunun çıkardığı “Tohum” dergisinde yayınlatır. Bu yazı Çakmaklı’nın dikkatini çeker ve Salih Bey için sinemanın mutfağına giden yol açılır. Artık ikinci reji asistanı olarak çekimlere katılmaktadır.(Önemli Not: Birleşen Yollar filmi, Türkan Şoray’ın ilk defa “gerçek anlamda” tesettürlü ve Türk sinemasında “gerçek anlamda“ kurallara uyularak kılınan ilk namazın olduğu filmdir. Filmde ana karakter Feyza’nın elinde Bekir Topaloğlu’nun “İslam’da Kadın” ve Muhammet Hamidullah’ın “İslam’a Giriş“ ve “İslam Peygamberi” kitaplarının “görünür” olması da dönemin Türkiye’sinde İslamcı akımın “esin ve besin kaynaklarına” işaret etmesi bakımından manidardır. (Bkz. Hamza Türkmen’in Yazısı/ Temmuz Dergisi/ Haziran-2021/Sayı:55)

 

Derkenar (28)

11 Eylül’ün akabinde Afganistan’ı işgal ederek 1996-2001 yılları arasında (yaklaşık 5 yıl) iktidarda kalan Taliban rejimine son veren(!) ABD’nin, Katar üzerinden yürüttüğü “Afganistan’dan Çıkış” protokolünün, Taliban’ı kısa sürede iktidar yapacağını herhalde kimse beklemiyordu.20 yıllık ABD işgalinin Afganistan’da bazı şeyleri değiştirmiş olduğu varsayılıyordu. En azından Taliban’ın eski gücünde olmadığına inanılıyordu… Ancak tüm beklentiler boşa çıktı…Pekiyi bundan sonra ne olacak? Ne olacağını görmek ya da tahmin etmek için filmi biraz geriye sarmak gerekiyor. Taliban 1996-2001 yılları arasında iktidardaydı. 1979-1989 (yaklaşık 10 yıl) süren Afgan-Sovyet savaşından sonra başlayan iç savaş sonucunda iktidar olmuştu. Sovyetleri mağlup eden Afgan direniş grupları kendi aralarında çatışmaya başlayınca Taliban’a yol açılmıştı. Pakistan’ın özel desteğiyle kısa sürede palazlandı ve iktidara geldi. Medrese kökenli bir hareket olmasından dolayı Taliban(talebeler) adıyla anılıyordu. Nevzuhur bir hareket olmadığı gibi Batılılar tarafından da icat edilmemişti. Kendisini besleyen ciddi bir sosyolojik zemine sahipti. Özellikle Pakistan medreseleri bu konuda oldukça işlevseldi… Acı ama gerçek şu ki sadece Taliban değil halkı Müslüman beldelerde zuhur eden tüm örgütler (İŞİD, Boku Haram, Şebab, El Kaide,FETO v.b) yoktan var edilmiş yapılar değil bilakis Müslüman toplumların sosyolojisinin ürettiği gerçekliklerdir. Emperyalistler bu gerçekliği kendi emellerine hizmet ettirmek için manipüle edebilirler ama gerçekliği üretemezler.

 

Derkenar (26)

 

Yaklaşık sekiz asır boyunca İber Yarımadası’nda kalan Müslümanlar XV.yüzyılın sonuna ramak kala Yahudilerle birlikte kıta Avrupa’sından kovulduklarında, Avrupa Hıristiyanlığı, aynı yüzyılın ilk yarısı henüz geride bırakılmışken ellerinden çıkan Doğu Roma başkenti Konstaniyye’nin intikamını aldığından neredeyse emindi. Ama intikamın kemale ermesi için Müslümanların elinde İstanbul adını alan şehrin yeniden Ortodoksların eline geçmesi gerektiği gerçeğini ajandalarının en mutena köşesinde muhafaza etmeyi de ihmal etmediler. Aralarında Osmanlı’nın da olduğu dört imparatorluğu tarih sahnesinin dışına iten I.Dünya Savaşı’nın galipleri arasında yer alan Fransa, Şam’ı işgal ettiğinde ilk olarak Selahaddin’in mezarına gidip “Kalk Selahattin biz geri geldik” derken,İstanbul’un intikamını alma yolunda önemli bir mevzi daha kazandığının farkındaydı. Bu farkındalık II.Körfez Savaşı’nda Irak’ın kütüphanelerinin İngilizler tarafından yağmalanmasıyla tescillendi. Şimdilerde Bilad-ı Şam’ın, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde (hem zihinsel hem de fiziksel olarak ) talan edilmesi de sözünü ettiğimiz bu farkındalıktan bağımsız değil. Asıl büyük savaş ise (aslında büyük hesaplaşma da diyebiliz) İstanbul’un üzerinden yapılacak… Selahattin’in mezarı tekmelendiğinde Eyyüp El Ensari’nin ve Fatih Sultan Mehmet’in türbelerine ne yapılacağı da anlaşılmıştı aslında (sahi anlaşılmış mıydı gerçekten? Eğer anlaşılmış idiyse Şam’ın ve Bağdat’ın talanına dolaylı yoldan da olsa neden ortak olduk?)

 

Tek Parti İktidarı (Türkiye'de Seçimler 1923-1946)

Tek Parti dönemini; arşiv, gazete ve çeşitli basılı kaynaklardan faydalanılarak inceleyen eser zamana tanıklık etme ve yorumlama anlamında ciddi bir çalışma olmuştur. Kitabın özetinden ziyade analizini yapmaya gayret edersek şu sonuçları çıkarabiliriz:

            Osmanlı’nın son dönemlerinde baş gösteren ve İttihat ve Terakki çevresinde oluşan siyasi gelişmeler kendisini; “Meşrutiyet Kanunları” ve “Meclis-i Mebusan” gibi yapılarda göstermiştir. Bu yeni gelişmeler daha çok Avrupa’dan esinlenerek ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler 1923 yılına kadar devam etmiş ve Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir sürece girmiştir.

            Yeni süreci her şeyin yeniden yapılandırıldığı bir süreç olarak okumak doğru olmayacaktır. Yani 1923 öncesi süreci doğru anlamak için en azından 1908’li yıllara gitmek lazım; hatta Abdülhamit öncesine.

1923 yılında yapılan seçimlere bakarsak milletvekillerinin; Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya’dan oluşan çoğunluk göze çarpmaktadır. (Yeni bir yapı değil devam ede gelen bir sürecin yaşandığı aşikardır.)

            Türkiye coğrafyasını aşan bir meclis yapısından bahsedilebilir. Türkiye sınırlarını gözeten milli bir meclis ve yönetim kurmaya çalışılsa da Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Selanik doğumlu olması nedeniyle bu engele takılmış ve “milli meclis” uygulamasından vazgeçilmiştir. (Sayfa: 27)